24 Aralık 2011 Cumartesi

22 Aralık 2003

Bu sabah, üşüdüm. Gömleğimi delip tenime hınzırca dokundu soğuk. O sabah da üşümüştüm, yatağımdan kalktığımda. Çişimi yapıp tekrar gömmüştüm başımı yastığa. Hayal kırıklarını, çaresizliği, acıya bulanmamış o taze çocukluğun içine lök diye oturan hakikatin derinliğini, geceden kalma eksik kalmışlığın burukluğunu o yastığa kustum. Ağlamıştım…
Neydi saklamaya çalıştığınız, üstünü örtmek istediğiniz? Her şey tam da burnumun dibindeydi işte. Hiçbir ifadesi olmayan donuk suratlar –bir ifade vardı hayır; bir de sana bu vaziyeti açıklayacağız değil mi küçük kız diyen göz kapakları ağırlaşmış bakışlar-hissetmeyin öyle… Hem anlıyorum ben dimdik ayakta duran o gerçeğin suratıma nasıl baktığını. O umarsız karmaşanın içinde özenle cam kenarına yerleştirilen yatak yok olmuş bir kere. Bir şey gitmiş, ‘biri’ gitmiş.
Arkamdan sinsice bir oyun çevrilmiş gibi, hakkımdaki en önemli gerçek benden saklanmış gibi, dünyadaki en büyük haksızlığa uğramışım gibi. En! En! En! O bakışımı üstünüze dikip çaresizliğimin elinden tutarak yatağıma dönüşüm…  Mıh gibi aklımda.
Bir salâ… İlk kez sadece bana okunuyordu. İçime, yüreğimin en derinlerine. Bir salâ ilk kez gelmiş geçmiş en büyük hakikati, ‘son’u değil bir başlangıcı, ağır ağır, ince ince okudu, üfledi içime. ‘sonra’lar geldi sonra. Bir musalla taşı, insana nefesi gibi hem bu kadar yakın, hem de çekindiğin korktuğun biri ordaymış gibi bu kadar uzak nasıl gelebilir. Bütün tanımlar çıkmıştı aklımdan. Neydi bu kalabalık? İnsanlar neye kime ağlıyordu? O kadın neden yüzyılın sırrı ondaymış gibi bakıyor? Şu adam, erkekler ağlamaz diye mi gözyaşlarını kirpiklerinde tutuyor? Ya şu çocuk? Neden ne aradığını bilmiyormuş gibi etrafına bakınıyor? Bütün cevaplar kanatlanıp uçmuştu zihnimden, kalbimden… Ağlama nöbeti yokluyordu titreyen bedenimi sıklıkla, o kadar…
Sonra bir arabaya bindirildim. Arka koltukta ortada oturuyordum. İyice yerleşmişti yanımdakiler bana doğru. Bir haykırsam sanki hemen acılarımın duvarını yıkacaklarmış gibi. Ağlama yavrum diye başlayan cümleleri başımdan aşağı dökeceklermiş, bayılsam anında müdahale edeceklermiş gibi yapışmışlardı iyice. Benim yoldaydı gözlerim. Gözlerim de yoldaydı, hatıralarım da… İste şurası! Elinden sıkıca tutup güneşin batışını seyretmeye doğru yürürken durup birbirimize baktığımız yer. Üstünde çok sevdiğin fermuarlı kazağın, benimse üstümde çok sevdiğim o tatlı sert bakışın.
Kapısından girerken hiçbir duygu belirtisi yaşamadığım o büyükçe alana sonunda gelmiştik. Can sıkıcı, rahatsız edici bir sessizlik vardı burada. Yağmur yoktu ama hava bulutluydu. Hüzünlü bir beyazlık çökmüştü herkesin üstüne. Soluktu yüzler. Sanki hepsi neşelerini, sevinçlerini evde bırakıp kapıyı üzerlerine kilitlemişti. Sadece bir kişi tebessüm ediyordu. Sadece ‘biri’.
İnişli çıkışlıydı buranın yolları. Biz bir yokuşun başında durduk. Sola doğru giden yolu takip ettik. Biz kimdik? Bilmiyorum… Tek bildiğim, acele acele uzaklaşan kalabalığın arkasından giderken bana kalan ‘yalnızlığın’ olduğum yere çökme hissini içimdeki boşluğa acımasızca düşürmesiydi.
Siyah giysili adamlar vardı hep. Bir de gözüme belli belirsiz ilişen, gözyaşlarını-sanki bir ayıbı örter gibi-eliyle ağzını kapatarak gizlemeye çalışan kadınlar. Hayat dolu bir filmin en hazin sahnesiydi sanki. Belli aralıklarla yaşamın son çukuruna büyük bir vakarla atılan topraklar…
Ama öncesi vardı. Öncesi…
Duyduğum en sessiz uğultuydu bu. Etrafımda kim vardı, bilmiyorum. Neden sonra çok önemli bir şeyi hatırlamış gibi yüzüme baktı o siyah adamlar. Biri hızlıca çukurun başına getirdi beni.
Allah’ım!
Bütün o siyah adamların ortasından bembeyaz bir ışıktı yüzüme vuran. Bir ’yüz’ bu kadar nurani bu kadar tasasız nasıl olabilirdi? Zihnimin, kalbimin, bakışlarımın orta yerine düştü o tebessüm. Ben hiç böyle temiz, böyle berrak böyle arınmış bir gülümseme görmemiştim o güne kadar. Sadece üç saniye sürmüştü. Üç saniyeye ne çok şey sığmıştı. Sonra alakasız bir adamın kollarında en derin en sesli ağlayışımla baş başa bulmuştum kendimi.
Son görev. Sevmemiştim bu tabiri. Soğuktu. Soğuk ve acımasız. İşte şimdi herkes bu görevin bilinciyle son-suzluğu kürekliyordu…
Elim kolum bacağım… Ocağım. Hepsini yitirmiştim. Bütün duygularım boşlukta sallanırken son bir kez baktım arkama. Gittikçe yapışmıştı yakama yalnızlık.. Yağmur yoktu ama hava bulutluydu. Üşüdüm.
İnce giymiştim ölümü.

                                                                                                                                            Aralık 2011
                                                                                                                                             Esra Karaca

23 Aralık 2011 Cuma

Yola koyulmalı

Anneme sorsam, teknolojinin hayatın her devresine hakim olması ve kanser gibi hastalıkların sıklaşmasına bakarak " kizum, ahir zamandayuk" der.


Her bir acıyla yer etmiş yüzdeki çizgiler elbette derin izler taşır altında. Bunları inkar etmeye lüzum görmüyorum. Zaten acı tatlı anıların hazinemiz olduğundan bahsetmiştim önceden. Önemli olan bizim yaşattığımız anımız hangisi?

Şöyle bir gözleme başladığımda  insanların, insan arayışında olduğu ilişiyor bakışlarıma. Herkes kendinden bir tane arıyor. Kendi acılarını yaşamış, kendi geçtiği yollardan geçmiş, kendine güvendiği gibi güvenebilecek, her şeyini anlatabilecek...

Çok ütopik geliyor insana. Bir ben daha(!) Kolay mı?...
Peki neden bu kadar fazla acı ve bunu diri tutma amacı? Bütün slow şarkıları hafızaya alma çabası. Bir psikologdan randevu alma sırası, bir kahraman bekleme umudu.

Umut.. Elbette önemli hayata tutunmak için. Zamanın sorunlarından birisi de bu sanırım. Benim bunu çözecek gücüm ve bilgim yok ama düşüncem şu ki; bu kadar uçta yaşamamak gerek. Bir başkasını da beklememek. Kalkıp yola koyulmalı bence. Birçok şey biliyor olabiliriz. Ama en iyi bildiğimiz şey ne ise oradan başlamalı işe. Yanınıza bir refik gelir Allah'ın izniyle.