Sanat
olmasına lüzum yoktur fotoğrafın.
Fotoğraf
tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun, bir makine ile tarihi durduruyorsun.”
Ara
Güler
CANDAN KULE
Şipşak fotoğraf
çekiminin yaygın olduğu yıllarda, hastanede de fotoğrafçıların gezdiğini
anlatırdı annem. Eskilerin "doğum fotoğrafçısı" onlardı. Sonralarda
her sülalede bir fotoğrafçı bir sonraki adımda ise her ailede bir fotoğrafçı
olmuş. Bizim ailemizin fotoğrafçısı da annem Emine Karaca.
Kendine ait makinesine 1991 yılında kavuşmuş. Sadece bizim değil birçok
yakınımızın da hayatına, çektiği fotoğraflar ile hatıralar bırakan birisiydi
annem.
Evimize gelen
misafirlerimize sunabileceğimiz birçok albüm var şimdilerde. Her biri kıymetli
bizler için ve her biri içeresinde acı tatlı hikâye barındırıyor. Bu yüzden
albümlere bakarken, "ooo saatler sürer bu" yorumları geliyor peş
peşe. Haksız da sayılmazlar. Albüm bir kültür bizim ailemizde. Biz de bu kültürü
sürdürmeye çalışıyoruz. Ellerimizde bugün fotoğraf makinesi olsa dahi çektiğimiz
fotoğrafları dijital ekranda görmek pek de tatmin etmiyor bizi. Bir bağ
kuruyoruz aramızda bu yüzden elimize almalı, üzerinde düşünmeli, anlatmalı ve saklamalıyız.
Eski ile yeni arasındaki farklardan birisi de fotoğraflar. Şimdiler de fotoğraf çektirmek bazen uzun bir mesele haline gelebiliyor. Hele bir de kalabalık bir grup ise dakikalarca süren poz verme telaşları. Oysa öyle miydi önceden?
İşte hemen burada
“Candan Kule” de, üç kardeşten ortanca çocuk ben kulenin en tepesindeyim,
gözleri gülmekten kapanan ise abim Sadık sırtında beni taşıyor, kulenin ana
gövdesi, tıpkı evimizdeki yeri gibi babam Vahap Karaca, daha çok onu Vahap Hoca
diye tanırlar. Üç numaramız olan Esra ise babamın kucağında, kulenin altında. O
zaman da 'poz' da kıymetli 'an' da. Şimdi olmadı tekrar çekelim dediğimiz
akıllı telefonlar da yok elimizde. Ben tavana bakmışım, kardeşimin ağzı açık
çıkmış abimin gözleri kapalı babam konuşuyormuş. Bunlar hiç de tekrar
gerektiren kusurlar değil bilakis her birimizin yüzünden doğallık ve mutluluk
parıltıları okunuyor.
Desenli perdelerden tül
perdelere geçmişiz o yıllarda fakat duvar kağıtları baki. Öyle yer etmiş ki bu
duvar kağıtları bende her modern duvar kağıdının içerisinde bu desenleri ararım
sessizce. Sene '94 babamın kareli gömleği. Kabartmalı koltuk kumaşı. Koltuk da
değil çekyat. Gündüz üzerinde türlü sohbetin döndüğü, akşamında çekip
yattığımız ev eşyası. Evlerin, ev eşyanın da eşya olduğu kıymetli zamanlar. Pencerenin
arkası lebi derya. Marmara’nın bittiği, Karadeniz’in başladığı yer burası:
Rumeli Feneri Köyü. Manzaranın yanı sıra havası da çok güzeldi köyümüzün. Ardı
arkası kesilmeyen misafirler, yaşı ilerlemiş yakınlarımız eksik olmazdı
evimizden. Bu koltuk onların da favorisiydi. Uzun süreler hasta yakınlarımız bu
yatakta, bahsettiğim manzaraya bakarak ve muhteşem havasını soluyarak bu köyün
şifa ümidiyle geçirdi günlerini evimizde. Bu camdan kaptan dayımız Mustafa Asım
Sulu, dümeninin emniyeti ona mahsus olan gemisiyle geçmesini beklerdik. Uzun
yoldan gelirken ya da sefere çıkarken haber verirdi bize, geminin siren sesiyle
camın önünde bulurduk kendimizi.
Yine bu pencere önünde
bulunan liman ve sabah namazı sonrası gün ağarırken o limana babamla yaptığımız
yürüyüşler. Çarşaf gibi bir deniz, babam, yanından ayırmadığı kitapları ve ben.
Denize hükmedercesine yüzen babamı izlemek o kadar keyif verirdi ki.
Bu fotoğrafa baktıkça
aklıma gelen onca şey olur. Belki de bundandır ki birbirinden habersiz üç
kardeşin de telefonlarının ana ekranı bu fotoğraf var yıllardır. Onlarda hangi
duygular yatıyor tam bilmiyorum ama benim gibi bir öğretmenleri olmadığı sürece
fotoğraflarının duygusu, hikayesi uzun süre içlerinde kalacaktır.
Saliha İnecikli
04.04.2022