18 Haziran 2022 Cumartesi

Bir Fotoğrafın Hikayesi

 

Sanat olmasına lüzum yoktur fotoğrafın.

Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun, bir makine ile tarihi durduruyorsun.”

Ara Güler


CANDAN KULE

Şipşak fotoğraf çekiminin yaygın olduğu yıllarda, hastanede de fotoğrafçıların gezdiğini anlatırdı annem. Eskilerin "doğum fotoğrafçısı" onlardı. Sonralarda her sülalede bir fotoğrafçı bir sonraki adımda ise her ailede bir fotoğrafçı olmuş. Bizim ailemizin fotoğrafçısı da annem Emine Karaca. Kendine ait makinesine 1991 yılında kavuşmuş. Sadece bizim değil birçok yakınımızın da hayatına, çektiği fotoğraflar ile hatıralar bırakan birisiydi annem.

Evimize gelen misafirlerimize sunabileceğimiz birçok albüm var şimdilerde. Her biri kıymetli bizler için ve her biri içeresinde acı tatlı hikâye barındırıyor. Bu yüzden albümlere bakarken, "ooo saatler sürer bu" yorumları geliyor peş peşe. Haksız da sayılmazlar. Albüm bir kültür bizim ailemizde. Biz de bu kültürü sürdürmeye çalışıyoruz. Ellerimizde bugün fotoğraf makinesi olsa dahi çektiğimiz fotoğrafları dijital ekranda görmek pek de tatmin etmiyor bizi. Bir bağ kuruyoruz aramızda bu yüzden elimize almalı, üzerinde düşünmeli, anlatmalı ve saklamalıyız.

Eski ile yeni arasındaki farklardan birisi de fotoğraflar. Şimdiler de fotoğraf çektirmek bazen uzun bir mesele haline gelebiliyor. Hele bir de kalabalık bir grup ise dakikalarca süren poz verme telaşları. Oysa öyle miydi önceden? 

İşte hemen burada “Candan Kule” de, üç kardeşten ortanca çocuk ben kulenin en tepesindeyim, gözleri gülmekten kapanan ise abim Sadık sırtında beni taşıyor, kulenin ana gövdesi, tıpkı evimizdeki yeri gibi babam Vahap Karaca, daha çok onu Vahap Hoca diye tanırlar. Üç numaramız olan Esra ise babamın kucağında, kulenin altında. O zaman da 'poz' da kıymetli 'an' da. Şimdi olmadı tekrar çekelim dediğimiz akıllı telefonlar da yok elimizde. Ben tavana bakmışım, kardeşimin ağzı açık çıkmış abimin gözleri kapalı babam konuşuyormuş. Bunlar hiç de tekrar gerektiren kusurlar değil bilakis her birimizin yüzünden doğallık ve mutluluk parıltıları okunuyor. 

Desenli perdelerden tül perdelere geçmişiz o yıllarda fakat duvar kağıtları baki. Öyle yer etmiş ki bu duvar kağıtları bende her modern duvar kağıdının içerisinde bu desenleri ararım sessizce. Sene '94 babamın kareli gömleği. Kabartmalı koltuk kumaşı. Koltuk da değil çekyat. Gündüz üzerinde türlü sohbetin döndüğü, akşamında çekip yattığımız ev eşyası. Evlerin, ev eşyanın da eşya olduğu kıymetli zamanlar. Pencerenin arkası lebi derya. Marmara’nın bittiği, Karadeniz’in başladığı yer burası: Rumeli Feneri Köyü. Manzaranın yanı sıra havası da çok güzeldi köyümüzün. Ardı arkası kesilmeyen misafirler, yaşı ilerlemiş yakınlarımız eksik olmazdı evimizden. Bu koltuk onların da favorisiydi. Uzun süreler hasta yakınlarımız bu yatakta, bahsettiğim manzaraya bakarak ve muhteşem havasını soluyarak bu köyün şifa ümidiyle geçirdi günlerini evimizde. Bu camdan kaptan dayımız Mustafa Asım Sulu, dümeninin emniyeti ona mahsus olan gemisiyle geçmesini beklerdik. Uzun yoldan gelirken ya da sefere çıkarken haber verirdi bize, geminin siren sesiyle camın önünde bulurduk kendimizi.

Yine bu pencere önünde bulunan liman ve sabah namazı sonrası gün ağarırken o limana babamla yaptığımız yürüyüşler. Çarşaf gibi bir deniz, babam, yanından ayırmadığı kitapları ve ben. Denize hükmedercesine yüzen babamı izlemek o kadar keyif verirdi ki.

Bu fotoğrafa baktıkça aklıma gelen onca şey olur. Belki de bundandır ki birbirinden habersiz üç kardeşin de telefonlarının ana ekranı bu fotoğraf var yıllardır. Onlarda hangi duygular yatıyor tam bilmiyorum ama benim gibi bir öğretmenleri olmadığı sürece fotoğraflarının duygusu, hikayesi uzun süre içlerinde kalacaktır.

Saliha İnecikli 

04.04.2022