30 Ekim 2012 Salı

Gözlemledim...

Çok şükür... Hastane günlerimiz son buldu.
En azından yatılı olarak kalmıyoruz. Bir aydan fazla bir süreyi alan bu günlerde dikkatimi çeken onca şey oldu ki. Sadece bir kaçına değinmek istiyorum. Sizce de öyle mi acaba?

  • Bir kere tıp okumanın havası hiç bir meslekte yok arkadaş! Tramvayın içerisinde giyiyorsun önlüğünü, hatta çıkarken de steteskopun boynunda önlüğün üzerinde yine tramvaya gidiyorsun. Orada istersen çıkar istersen eve kadar öyle git. Mahalleli desin ki; bizim doktor geliyor. Ama bunlar neden?yoğunluktan... Çıkarmaya vaktimiz yok, biz hayat kurtarıyoruz(!)...
  • Bir çoğunun suratsız olmasının sebebini de çözemedim. Sanırım o da uykusuzluktan ve yorgunluktan. E iyi de arkadaşım, doktorsun yani. Zorla okutulacak bir bölüm de değil hani. Neden seçtin diye sorarlar adama?
  • Hastane sisteminde her bölüm içinde hiyerarşik bir sistem var. Mesela hasta bakıcılar.. Ben eminim ki onların da bir profesörü, bir uzmanı, bir asistanı var. Hele bir de bahsettiğimiz hastane araştırma hastanesi ise... Günde o kadar çok hasta geliyor ki bunlar normal vakalar değil. Adamlar üç beş bir şey kapıyor. 
  • Hastane kayıt evraklarını dolduran şahıslar, inşaat mühendisi olan birisini ev hanımı, gelir uzmanı olan eşini serbest meslek, Çaykara olan doğum yerini Rize yazabilecek kadar farklı bir görüş açısına sahipler. Hatta bu şahıslar biraz daha ileri gidip az önce evli olan kişinin diğer evrağındaki medeni durumuna bekar da yazabilirler. 
  • Hafta içi her dakika kapınızı öğrenciler açabilir. (çalar demiyorum açar, onlar çaldı sanıyorlar.) Sizinle anket yapabilir, biraz sabrınız zorlanır ama  yardımcı oluruz evelallah. 
  • Kalem koleksiyonu yapan tipler var. Önlüklerin üst cepleri sıralı böyle. Odaya giren önce o kalemi çıkarıyor. Boş da olsa, kullanmasa bile o tepesindeki açma yerine ortalama 10 defa basıp gidiyor. Bu da bir kural sanırım. 
  • Son sınıf öğrencilerine bir hasta yanlışlıkla -hemşire hanım! diye seslenmeye görsün. İnce ama baskın bir sesle hemen cevap gelir. -Ben hemşire değil, doktorum, doktor.... (Boşuna mı okuyoruz onca yıl. ) 
  • En çok hoşuma giden yerlerden birisi ise; Şimdi uzun zaman yatınca, az çok ne ne değildir diyerek internetten de araştırma yapınca biliyorsun bazı şeyleri. Dikkatsiz olan asistana - bu hastalığın adı bu değil, ya da - tahlil isterken şu değeri de almanız gerekmez mi?.. diye önerdiğiniz zaman genelde sizi bozar. Çünkü o doktor... Sonra vizit sırasında uzman asistana - şu değeri de almanız gerekirdi(Hastanın bahsettiği değer) - Bu hastanın hastalığı bu demek değil ki (hastanın dediği teşhis) .... İşte o an asistan hasta ile asla göz göze gelmez... :) 
  • Bir araştırma hastanesinde flash diskin giriş yeri dahi olmayan onca bilgisayar vardır. Ultrason cihazları ise tarihin ilk ultrasonu. Hani ilk bulunmuş numune olarak oraya getirmişler. Dedim arkadaşlar bir müze açalım, bunu da girişine koyalım o derece. 
  • Tamam teknolojide geride kalmışsınız. Devletle alakalı bir sıkıntı da olabilir. Ama bu fişle çalışan otopark sistemi de neyin nesi. Sana bir fiş verecekler, içeride kaç saat olduğunu anlayarak o saate göre ücret alacaklar. Bir de o fişi unutsan bilmem kaç misli para ödeyeceksin. Abooo... Ee içerideki ultrason M.Ö. 700 vs. vs. vs.
Şaka bir yana. Doktorluk kutsal bir meslek olabilir, sabır gerektirebilir, insanlarla uğraşmak kolay olmayabilir... Ama yaptığın olumsuz davranışı,  hasta konumunda olsan da sana yapılsa, ya da yakınına?
Doktorları severim arkadaş... Haddini aşanlara cevabı verilir elbet. Onların bizden tek farklı sıfatı var doktorluk, ama senin insanlığının yanında pek işe yaramıyor. Birçoğu böyle olsa da, genelleme yaparak iyileri harcatmam... Benimkisi naçizane gözlem yazıları :) 

8 Ekim 2012 Pazartesi

Buradayım

Her hastanenin kokusu farklıdır bence. Bir Çapa ile bir Cerrahpaşa mesela. Aynı değil. Ya da yaşanılanlar o kokuyu aldırmıyor sana. Mesela acı kokar bir Cerrahpaşa. Ölüm acısı.
O nasıl bir koku derseniz,
almadı ki burnunuz nereden bileceksiniz derim.
Bebeğini yeni kucağına almış bir anne için belki de cennet kokar Cerrahpaşa. 25 yıl önce anne ve babam için de öyle olmuştur muhtemelen.

Hapiste neler yapar insanlar diye hep merak etmişimdir. Dört duvar arası 10-15 kişinin olduğu, demir yığını ranzalar ve parmaklıklar ardında. Ne yapabilir insan?
Hastane de benzer şekilde. Hele bir de tek kişilik odaysa. Her gün aynı saatlerde benzer menü ile gelen yemekler, ardından yerleri paspaslayan temizlik görevlileri, ateş ve tansiyon ölçmeye gelen hemşireler.
Çat kapı giren,doktor,uzman,asistan ve öğrenci sürüsü. Merak ve umutlu bakarsın ağızlarından çıkacak her kelimeye.
Bunun dışında yine gözü kapıda olur insanın. Kim girecek aydınlatacak bu odayı. Kim bir teselli verecek güldürecek bu yüzü.
Zor, zor ki sabır geliyor imdada.
Zor ki sevdiklerin geliyor aklına.
Akşam daha sakindir ortalık sabaha nazarla. Odanın penceresinden bakarken İstanbul'un bir yanına, bağırmak gelir içinden. Sesinle durdurmak istersin; arabaları, bu gürültüyü, yanan sönen tüm ışıkları.
Durun! Söyleyeceklerim var. Biliyor musunuz aslında ben, benim, yani...
Olmadı, gelmedi cümlelerim. Devam edin, yansın tüm ışıklar, konuşsun tüm susanlar.
Bir bunalım, bir isyan değil bu. İzahı kelimelere denk gelmeyen bir durum.

Yaşanılan her olayın birebir muhatabı olmasam da dahilim. Buradayım. Çapa'da. Görüyorum; acıyı, kederi, mutluluğu, umudu, bekleyişi.
Her şey bizim için, şer içindeki hayır da. Hayır içindeki şer de.
O diyor ki, sabret... Sabret ki kurtuluşa eresin.

Not: Tek kişilik bir odada ne yaparsın demiştik,
tefekkür edersin bol bol.

İ.Ü. Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi
06.10.2012
11:30