12 Aralık 2020 Cumartesi

geçen zaman

 

İnsanın yaşı ilerlediği zamandı galiba. Bu geçmişi sürekli hatırlama halleri. Kaç gündür lise yıllarımda dolaşıyorum.

Film şeritleri gibi sahneler geliyor gözümün önüne. Birinden diğerine zıplıyorum. Bu durumdan da nasıl mutlu oluyorum. Evin yerlerini silerken demin kelimeler ve sahneler birbirini kovaladı beynimde adeta. Kendimi bilgisayar başında buldum. Neler yazacağımı önceden asla planlayamam. Konuşmalarım da öyledir. O sıra üç düşünüp bir söylemeye çalışırım. Şimdi beynim düşünür ben dökerim kaleme. Bir değişik hal ile…

Lisem, Sarıyer’in en güzel yerindeydi. Arkadaşlarım özenle seçilmiş gibi sıralanmıştı yanıma. Öyle ki devamında dost olabilmiştik birbirimize… Hüznümüz bile en güzel anılarımızdandı. Elhamdülillah. Rabbime şükürler olsun.

Bu bahsettiğim sahnelere gelirsek eğer;

Bazı günler dersin iptali ya da başka bir sebepten erken çıkardık. Bir arkadaşım ile Taksim’e giderdik. İlk nasıl başladı bu bilmiyorum aslında. Sonrasında neredeyse her hafta gidiyorduk.

Taksim’in en büyük kilisesi; Sen Antuan…

Evet... En çok oraya gidiyorduk… Peki ne yapıyorduk burada.

 İlk zamanlar izliyorduk insanları ne yapıyorlar bunlar diye. Mum yakanlar, diz çökenler, papaza soru sormak için sıraya girenler, günah çıkarma odalarında ağlayanlar... Gide gele her bir köşesini ezberlemiştik… Papaz lojmanına girene kadar izlerdik mesela. Akşama doğru  da evsizler gelirdi yemek almaya kapıda bekledikleri bir köşe olurdu. Çok kalabalık olurdu bu kilise. Hava çok soğuk olmadığı zamanlardı sanırım.

Daha sonralarda; Bir adım öteye geçip, mum yakanlarla konuşmaya başlamıştık. Neredeyse %80’i Müslümandı bu kişilerin. Evet … ve girişte her iki tarafta var olan vaftiz suyunu sürenlerde de birçok Müslüman vardı. Konuştuklarımızın çoğu bu yanıtı vermişti.

Peki neden diye sorduğumuzda,

-        Burası da Allah’ın evi değil mi? Dua edip dilekte bulunuyoruz…

Diyorlardı…

Ne yapabiliriz diye birbirimize bakıyorduk arkadaşımla… Anlatmaya çalışıyorduk bildiklerimizi…

Güvenliğin dikkatini çekiyorduk artık.

En son papaza soru sormak için girdiğimiz kuyrukta, sıra bize gelip soru sorduğumuzda papaz da bizi mimlemişti artık.  Hiçbir zaman sorulara yanıt alamadık hep bize girişte sağda olan kitaplara yönlendirdi. Bir diğer güvenlik de bizi mimlemişti artık bu kiliseye girişimiz kolay olmayacaktı.

Taksimde kiliseden çok ne vardı ki. Tünele doğru yine solda merdivenlerle iniyorduk oraya bu kısmı da çok net hatırlıyorum; Santa Maria Draperies kilisesi, yine bir Katolik kilisesi…

Burada genel de hiçbir dine inanmayan kişilerle konuşmuştuk. Ve onların da birçoğu Kuran-i Kerim hariç diğer kitapları okumuşlardı.

Bir sonraki hafta için sözleşiyorduk. Aynı yerde buluşup Kur’an meali getiriyorduk…

Bir diğeri, bir ayet gösteriyordu bize. “Böyle bir dine mensup nasıl olabilirim diyordu”.

Bahsettiği ayet ahzab 50 ydi. Bildiğimizi anlatıyor, bilmediğimizi gelip okulda hocalarımıza sorup, bir sonraki hafta buluşuyorduk yine.

Aylar sürmüştü bu koşuşturma… Aylık akbilimizle finükülere binerdik Galata’dan Karaköy’e geçerdik. Oradan Eminönü. Taksim, İstiklaldeki nostalji tramvayı koşup yakaladığımız da çoktur. Bu satırları okurken arkadaşım hatırlar mı acaba kilisenin yanındaki börekçiyi. Kapısında mendil satan, bir ayağı olmayan abiyi ve onun küçük oğlunu. Hatırlar tatbikî.

Nedense bu son günlerde bu iki kız çocuğu dolaşıyor kalbimin sokaklarında. Ne güzel ne heyecanlı ne cesaretli kızlardınız siz öyle. Lise yıllarınızda bir kesit paylaştım. Şimdi bu kızlardan biri Londra’da biri Bursa’da.

20 yıl geçti üzerinden. Bugün bir yerlerde yazılacağını bilmeden yaşandı yıllar. Bir diğer arkadaşları okuyunca.

Cidden öyle mi yapıyordunuz diye soracaklardır?

Evet…

Daha neler yapıyorduk plansız, ansız.

Sultanahmet… Küçük Ayasofya, sahaflar, Süleymaniye…

Bir de Rumelihisarı’na gidiyorum bu aralar. O iki sur arasında ayaklarımı sallandırıp oturduğum anlara. Tıpkı salıncakta sallanır gibi başımı arkaya yaslayıp ayaklarımı boğaza uzattığım zamanlara. Arabayla geçerken baktığımız o surlar var ya. He işte en arka sağ köşedekine çıkardık bir diğer değerlim, arkadaşımla… Şimdi asla yapamayacağımı biliyormuşçasına nasıl da tadını çıkarmış o anın. Oh…

Her biri çok güzeldi. Hayallerimiz üniversite hayatlarımız sürprizlerdi.

Acısıyla tatlısıyla hepsi kabulümüz her birine eyvallah.

O heyecanlı kız ara ara hep gelsin yüreğimden beynime. Çok derinlere gömmedim ben onu. 😊




18 Kasım 2020 Çarşamba

O'nun Rızası

Çocuklar içeride oyun oynarken, mutfakta yemek hazırlıyordum. Mahir yanıma geldi ve; 


-Annecim ben seni hiç bırakmıcam sen de beni bırakma ben çok korkarım...

Dedi.

Beni bırakma gibi ayrılığa dair bir cümle kurması, deprem gerçeğiyle yüzleşmemizden sonra çok dokundu bana. Onlara belli etmediğimizi düşünüyorduk oysaki. Gece yatağa yatarırken dahi deprem anında küçücük bedenleri nerde, nasıl duracak diye düşünmeden kendimizi alamadık bir süre. Bir psikolog değilim ama çocukların herşeyi hissettiğini anneler bilir. Bu sözleri ile aklıma ilk gelen de bu oldu.

Insanın en büyük nimetlerinden birisi de unutmaktı değil mi? Eğer yaşadığımız acının ilk anı gibi olsaydık hiçbişey yapamazdık. Yüreğimizdeki o acının ağırlığını kaldıramazdık günlerce. Unutmaktan kasıt acıyı yok saymak değil ki. Vücudun dengesi, bir önceki gün gibi değiliz demek. Ya da o an unuttuğumuz için hayattayız, dünden güçlüyüz.

Yoksa her köfte yaptığımızda Ayda gelirdi aklımıza.. (Yıllar sonra bu yazıyı okuyunca Ayda'yi ilk günkü gibi hatırlayacağıma eminim.)

Deprem dışında birçok afet ve en önemlisi bir virüs ile mücadele ediyoruz. Neredeyse bir yılı dolduracak bu musibet ile ülkemizde de binlerce kişi vefat etti. Her yeni gün yeni haberlerle canımız yandı ve yanmaya devam ediyor. Evet bir yıl öncesinde bu senaryoyu yazsak okuyan bile inanmazdı belki. Maske ile yaşama zorunluluğu ve sevdiklerine zarar gelmesin diye uzak durma halimiz . Bu iki başlık tüm hikayenin özeti.

Hayatımın önemli isimlerinden birini uğurladık ebedî âleme geçtiğimiz hafta. Pandemiden onu göremedim son kez. Bir de ailesine mi sarılamayacaktım. Bunu düşünmedim bile acım o kadar büyük ki. Demin koruyup uzak durduğum insana sarılıp dakikalarca ağlayabiliyorsun. Neyi unuttum neyi yaşadım şimdi diye düşünmeden.

Ölümün yakınlığı her gün vururken yüzümüze, ne tarafından tutuyoruz yaşamın?

Alabildiğimiz tüm dersleri alıp çok iyi kavramış gibi ders veriyoruz bir de.

Kendi ensemizden tutup sirkeledik mi? Kırdığımız kalpleri onardık mı?
Ya kırıldıysak ki insan hep kırdığını değil de kırıldığını düşünür. Ve ahiret inancı pekişir. Orda hesaplaşacağına odaklanır.

Oysa kırdığını da kırıldığını da onarmak senin elinde. Hergün ahireti düşün mesela. O zaman unutmazsın. Kendinde düzelteceğin huyları. Unutmazsın. Her hareketini düşünürsün detaylı. Ahirette hesaplaşmayı unutup yerine ahirete bırakmayacağın hayatlar yaşamayı koyarsın.

Aslında;

En önemlisi ahlâk.

En önemlisi merhamet.

En önemlisi denge.

Herşeyi diri tutan.

En önemlisi dua herşeyi hafifleten.

En önemlisi hiç olmak. O zaman tek olanı anlar ve yaşarsın.

Düşünsene her yaptığın iş her söylediğin söz sağ ya da sola yazılıyor. Bunu düşününce her adımın O'nun rızası için atılıyor. Düşüncesi bile mutluyken yaşamanın huzurundan neden vazgeçelim. 

28 Ağustos 2020 Cuma

Heybende Ne Var?

 Yaşadığımız yıla onca yükleme yapılırken yılın yarısını devirmişiz bile... 


Insanoğlunun benzerlerini yaşadığı zamanlar olmuştu. Empati özelliğimiz az olduğundan mıdır nedir, milletçe bunu bir biz yaşıyormuşuz gibi bir hal içerisindeyiz... Aslında önceki dönemlerden farkı; salgın hastalık dışı, birçok afetin de bu yıl içerisinde birbiri ardına yaşanması olsa gerek. Rabbim muhafaza eylesin.. Bugünleri arayacağımız günler yaşatmayalım inşaallah.

"Karantina" diye bir kavram yerleşti herkesin evine. Zorunlu olduğu zamanları da gözönünde bulundurursak herkes bunu yaşadı. Kimine zor gelsede kiminin normal yaşantısından pek de farksız değilmiş bu olay . Kendini, aileni dinleme zamanı oldu aslında. Aile demişken, Çinde karantina sürecinden sonra boşanma sayıları epey artmış. Türkiyede bu durum nasıl bilmiyorum. Trajikomik bir hal gibi geliyor bana. "Eşimi karantinada tanıdım." Tanımak istediğin zaman şimdi de olmuş olabilir. Ya da buraya kadar idare edilmiş artık tak etmiş. Bilemiyorum. Onca seçenekten birkaçı.

"Bir musibet bin nasihatten iyidir." Diye bir söz var... Almadığımız birçok nasihat tek bir musibetin vereceği dersin içine gizlenmiştir belki de. Bu şekilde bakınca olaya, müjdeleri arama peşine düşüyoruz. Bu aralar kelimelere, kitaplara sarıldım çok şükür. Okuyamadığım onca zamanı telafi ediyorum. Erken uyuyan miniklerim sağolsun 😍

"Heybesini doldurmak" diye bir deyim var mı bilmiyorum ama kulağıma çok hoş geliyor... Insan ne ederse kendine eder. Bu dünyaya birer görünmez heybe ile geldik. Içine ne dolduracağımız bizim elimizde... Dünyanın bütün güzel duygularını avuçlayıp koyasım var. Çocukken tişörtümüzün ucunu ağzımıza koyup meyve ağacından topladığımız meyveler geliyor aklıma bunları yazarken. Nasıl heyecanla toplarız ama. Başka nereye koyacağımızı şaşırırız. Yazarken bile içim içime sığmadı. Heybemiz hep güzelliklerle dolsun. "Her bir müslüman kardeşimizi sevmek zorundayız. Hatalarını sevmek zorunda degiliz ama hataları ile sevmek zorundayız." Demişti bir hocamız. Niyetimiz hep bu olsun. Ve her niyetimiz amelimizle bir olsun. 





7 Nisan 2020 Salı

Kainatın özü

Kainatın özünü, tanımlamak için bir-çok kaleme alınan eserler vardır.
Kimi insan der,
Kimi Kuran,
Kimi aşk,
Kimi sen, Kimi ben...

Kainatin özü, en çok insanin özünden geçer.
Çünkü mahlukatin en şereflisi (eşref-i mahlukat) insandır. Özünde böyledir insan. Hepimiz.

Mertebelerimiz vardır bizim. Nefs-i emmare den , nefs-i kamileye.

Özünde terbiye vardır insanın . Tevhid ile başlayıp kat kat ilerler terbiye. Ta ki, kendini bilmesine , içine dönmesine özüne dönmesine, O'na dönmesine kadar.

Dünyayı kasıp kavuran bir musibet içerisindeyiz bu tarih itibari ile. Her bir insan evine kapanmış durumda. Dünya yenilenme çabasında sanki. O da bir özünü arıyor gibi. Bir arınma çabasında. Alemlerin Rabbi, beytullahi özünde bir bıraktı. Kapadı kapılarını. Ver her bir kula , kapa kapını, özüne dön dedi. Önce kendine özüne , başla terbiyeye dedi, sonra dön de bir bak toplumun özündeki ailene. Onu da terbiyeye başla. Bunların hepsini sana kuranda bir bir anlattım dedi.
Yeteri kadar vaktin var artık, bir bahane bulamazsın. Bunca izlediğin dizi - film yeter. Bırak kanallara abone olmayı. Kuran 'ın özüne dön.

Daha ne bekliyorsun, onca beklettiğin namaz oruç varken özüne dön. Hallet bu işleri. Önce ki, önceliğini değiş. Merkezini artık doğru kur ki, doğru işlesin her şey.

Ahiretten önce son çıkış tabelası değil mi bu yaşananlar.

Rab ile olan bağlantını yenile. Düzelt. En baştan başlar gibi.
Eşin ile bağlantılarını yenile. Ailen, çocukların... Vaktini doğru kullan.
Kainatın dönüşünü iyi oku.
Tıpkı her şavtta döndüğün kabedeki mesaj gibi.
Minada , aslında içine attığın taş gibi.
Mesajları doğru anla ki, istikamet şaşmasın.
Adım adım ilerlersin. Eğer sabit kılınmak istiyorsan bu yolda, namaz ve sabir içinde duaya devam et. Yaradanın sevdiği yoldur bu. Tavsiye etmeyi de unutma. Evlerinde kalan büyüklerine, arkadaşlarına, dostuna sabrı tavsiye etmeyi unutma.



19 Ocak 2020 Pazar

Böyle bir an

En çok gece yastığa koyunca kafasını düşünür, insan. Genel de böyle oluyor sanırım. Bir de en kalabalık yerde olur bana. O kadar karışık şeyler gelir ki aklıma. Çocukluk arkadaşımın bana bahsettiği bir anısı mesela. Nerden nereye getirir konuyu içimde.

İki çocuk olunca hayatımızda. Sürekli biri birine dengeleme çabası vardır kafamızda. Demin küçük öksürüyor diye yanına geldim. Baktım geçmiyor biraz daha bekledim su içirdim falan derken, öyle başucunda dalmışım.  Gözleri açık dalanlardan... 

Babam vefat ettiğinde lisedeydim. Günlerin kısa olduğu böyle kış zamanlarında, eve dönüşte karardı gün, akşama dönerdi. Ve otobüsle babamın oradan geçer giderdik eve..

O nasıl bir vurgundur insana . O geldi gözümün önüne.  Bu saatte çocuğu öksüren anne, kendisiyle kalkıp eve gidemeyeceğini bildiği babasının yanından geçerken gözlerini sıkıca yumardı. 

Neden not düştüğüm bilinmez zamana . 
Iyi geceler kopup giden zamanın bana bıraktığı anlara.