30 Aralık 2013 Pazartesi

Trabzon'dan...


 
Annemle kardeşim Ekim ayında Trabzon'a gittiler. Düğün vardı aslında ve dolayısıyla mutlu bir gündü. Ama memlekete gidince her zaman hüzün ağır basar. Havası bile insanı hüzne sokmaya yetiyor. Bir de üzerine hatıralar eklenince.
 
Kardeşimin Trabzon - Dernekpazarı fotoğraflarında birkaç kare paylaşacağım sizlerle.
 
 
 
Çalışanlar köyü eski adıyla Kalanas.. Annemin köyü. Resmin en altında sağdaki tahta eski ev annemlerin evi. Şuan yaşayan yok içinde hatıralardan başka.




Trabzon merkezde bir çarşıdan...
 
 
 
Kambo. Yeni adını bilmiyorum:) Belki de yoktur. Teyzemin yeni evinden çekilmiş. Kambo diğer köylere göre çok yukarıda kalıyor. Ama manzarası yeşilliği havası hemen fark ediliyor.
 



Taşçılar.. Eski adıyla Zamano.. Burası da babamın köyünden bir kare. Patika bir yol.

 
İlk bakışta anlaşılması çok zor bir resim. Oradaki tahta bir musalla taşı aslında.. Bizim köylerde hemen hemen her aile cenazelerini bahçelerine defneder. Bu musalla taşında en son teyzemin cenazesini hatırlıyorum.. Çalışanlar köyü burası karşısı da ormancık köyü eski adıyla maqdanos...
 
Gördüğümüz klasik Trabzon fotoğraflarından farklı kareler oldu sanırım... Bunun için kardeşim Esra Karaca'ya teşekkür ederim. 

25 Aralık 2013 Çarşamba

Bir gün, Bir çay, Bir kahve...

Arkadaşımızın mutlu günü için tatlı telaşımız vardı.. :) Bu yüzden de malum adres Eminönü'nde soluğu aldık...

Marmarayı ilk defa kullanarak, Sirkeci'ye geçtik. Sirkeci-Eminönü arasında yürürken göz ucuyla bir cafe dikkatimi çekti, içerisi güzeldi sanki.. Kapıya atılan iki masayı görünce hıımmm benlik değil dedim. Sevmiyorum dip dibe yoldan geçenlere bakarak yemek yemeyi, bir şeyler içmeyi.

Kumaşlar, süslemeler, soğuk hava, sıcak dostlar, keyifler yerinde.. :)

Eminönü'ne gidip de Mahmutpaşa'ya çıkmamak, e o kadar gitmişken Kapalı Çarşı'ya da uğramamak olmazdı..

Kaç kere gitmişimdir Kapalı Çarşı'ya... Ama hep bir yoğunluk, hep bir koşturmaca. Bu sefer biraz soluklanalım dedik. Diyetisyen arkadaşımızın tavsiyesi ile "Tarçınlı Çay" içtik. E ne var bunda demeyin.

 

Tarih kokan bir mekandasınız. Çarşı'nın sokaklarında gezerken, buralarda neler yaşanmış diyor insan. Takı sokaklarında gezerken de, üst katlarda değerli taşları işleyen insanları düşündüm hep.

Böyle bir ortamda, bakır tepsilerin içinde, daha önce koşturmaktan fark etmediğiniz değişik bir tadı yakalıyorsunuz.. :)

Daha sonra Eminönün'e kalan işlerimiz için geri döndük. Yemekten sonra bir yorgunluk kahvesi içelim dedi arkadaşlar.. 

Eminönü'nün girişinde dikkatimi çeken cafeye gittik :)  Brew Caffe Works..

Cape Town'lu bir garson karşılıyor bizi güler yüzüyle.. Muhteşem kahveleri o hazırlıyor.

 

Mekan, dekorasyon, kahveler, fiyatlar.. Gayet iyi. Belli bir tarzı yok gibi.

Eski ile yeni, doğu ile batı arası bir mekan.

Lattesini denedim. Gayet iyi.. (Su bardağında gelmesinin dışında :) )
 
Arkadaşımdan aldığım bilgilere göre diğer kahveleri de oldukça başarılıymış.. Ve tiramisu da ...
 




Eminönü'ne gittiğinizde bir uğrayın derim. Ya da sadece görmek ve kahvelerini denemek için de gidebilirsiniz.. :)

 

16 Aralık 2013 Pazartesi

Bol

Beni çokça etkileyen durumlardan birisidir idam..
Uykularımı kaçıran... Acizliğimi, acizliğimizi hatırlatan.. Bununla yüzleştiren..

İdam sahnesiyle başlayan bir film;
Bol.  
Pakistan yapımı olan filmin İmdb puanı da oldukça iyi 8.1/10

Müslüman bir kızın idamındaki son isteği, bütün hayatını basın ile paylaşması.
Film böylece başlar.

6 kız çocuğu olan bir babanın (eşinin toplamda kaç çocuk doğurduğunu tam hatırlayamadım.) erkek çocuğunun olması inadı..

Eşini sadece çocuk doğurmak için yaratılmış bir makina olarak gören bir adam.. Ve en acısı bunu düşünürken, düşüncesini dine dayatması.

Çift cinsiyetli bir çocuğun böyle bir ailede, toplumsal baskıların yoğun olduğu bir ülkede nasıl yaşadığı, (Seyfullah'ın gözünden baba-erkek-adam tanımı, çaresiz bakışları da unutamadığım sahnelerden)

Hindistan-Pakistan arası spor müsabakaları, ( Kızlar ile babasının buradaki diyalogları aklımda kalan sahnelerden)

Şii-Sunni gerilimi,

Dört duvar arasından çıkmaya çalışan kızların dünyası,

Haram bir para ile başlayan kördüğüm olayları... Kendine fetvalar veren, dini istediği gibi yorumlayan Hekim'in sonu... (Manzar Sehbai... Gerçekten iyi bir oyuncuymuş.. Kendisinden nefret ettirebiliyor üstlendiği rol ile)

İyi seyirler...

6 Aralık 2013 Cuma

Böyle bir hal

Ne uyandırıyor pek bilmiyorum ama şuan;
Böyle bir hal,
Böyle bir ses,
Böyle bir duygu,
Böyle bir buğu...




Rashid Behbudov
Gülebilmez Gülüm Bahar Sensiz

1 Aralık 2013 Pazar

Majid Majidi

Bir film furyasıdır gidiyor bende..

Ama merak ediyorum kültürlerini diye en başından demiştim.. 

Geçenlerde bir İran filmi paylaşmıştım.. Genelde bir tane ile bırakmam bir süre devam ederim. Eskileri yenileri izlerim. Şarkıları, kültürleri, devleti, kıyafeti öyle de uzar başlıklar... :)

Bir tavsiye, bir isim, bir görüntü ile kaybolabilirim derinliklerde. 
Majid Majidi... İran'ın en ünlü yönetmenlerinden.. Benim kendisini tanımam çok geç oldu. Filmlerini izleyenleri şanslı görüyorum.

Sinema bölümü öğrencisi olan bir arkadaşımın tez konusuydu. Bir sohbet esnasında bahsetmişti.

İyi ki de bahsetmiş. Siz de filmlerini izleyince büyük ihtimalle aynı şeyleri düşüneceksiniz..

Bu adam için acıyı tam içinden yakalıyor diyebilirim. İlk izlediğim filmi (İran filmlerine ilk başladığım film aynı zamanda) ;

  • "Cennetin Rengi" (1999)
Kör bir çocuğun dünyası diyeceğim ama.. O mu göremiyor biz mi, filmin sonunda düşündürüyor.. 

Gözden kalbe uzanan Muhammed'in hikayesi.. İlk sahnelerinden son sahnelerine kadar hüznü yaşatan muhteşem bir film. 

Yatılı bir okulda okuyan Muhammed yaz tatili gelmesiyle, ailesinin ve özellikle babaannesinin yanına dönmek için sabırsızlanmaktadır. Muhammed'in farkında olduğu bir şey vardır. Babası Muhammed'i istememektedir.

Filmin başlarında okula gelen babasının eline sarılıp da "Gelmeyeceksin diye çok korktum" dediğinde filmin sonunu nasıl getireceğimi düşünmüştüm. 

Filmin diğer başrolü hiç şüphesiz Muhammed'in babaannesi. Muhammed'e olan sevgisi, merhameti.. Gerçek bir babaanne. Doğallık abidesi.

Muhammed'in marangoz ustasıyla geçen diyalogları da filmin diğer önemli yerleri arasında.

Son sahne ise, kafamda hep başka türlü sonla bitirdiğim bir film olarak kalacak. 

  • "Cennetin Çocukları" (1997)

Film ile ilgili görsellere baktığım zaman, ağlamaktan bir hal olacağım diye düşünmüştüm. "Çocukların bakışları, ne acı bu ya" diye bir ön yargım vardı..

Evet acı ama, öyle güzel yakalanmış ki.

(Filmlerde etkilendiğim ve ön plana çıkan sahneleri genelde yazmak istemiyorum.. İzlerken o sahneyi bekliyormuş gibi oluyorum ben :) siz de öyle olmayın diye yazmıyorum.. Öyle de içimde kalıyor, biraz çıtlatıyorum.)

Filmin konusu için hangi özet kelimeyi kullanabilirim diye düşünüyorum. "Bir çift ayakkabı" desem, duygusu eksik kalacak. Umut var, fakirlik var, dürüstlük var, masumiyet var... Bir çift ayakkabıyı ortaklaşa kullanan iki kardeş; Ali ve Zehra var..

Yönetmenin ne kadar güçlü olduğunu bir de çocuklardan anlıyorum. İzlerken gerçekten "Cennetin çocukları" diyesi geliyor insanın. 

En etkileyici sahnelerden birisi de; Ali'nin katıldığı atletizm müsabakası.. Bu müsabakada Ali'nin 3. olmak istemesi. Çünkü 3. lük ödülü bir çift ayakkabı. Yarışma sonucunda 1. olan Ali'nin yaşadığı "Kazanmak bazen kaybetmektir" duygusu.


  • Baran (2001)
Sovyetlerin Afganistan'ı işgali ve sonrasında Afganistan'da başlayan iş savaşlar ile İran'a göç eden insanlar..
İran'da zor şartlarda yaşamaya çalışan Afgan göçmenler.

Bunlardan birisi Baran'ın ailesi. Baran'ın babası, bir inşaatta çalışıyor ve iş kazasından dolayı artık çalışamayacak durumdadır. Yerine kızı çalışmaya başlıyor. Ama Baran olarak değil Rahmet olarak. Yani erkek kılığında. 

İnşaatta Rahmeti kendine rakip olarak gören Latif çıkıyor karşımıza. Ancak Rahmet'in Baran olduğunu anladığında işin rengi değişiyor. Latif Baran'a aşık olur.

Baran rolünde Zehra Bahrami oynuyor. Tek kelime etmeden, bakışlarıyla, iffetiyle... Süper bir oyunculuk. 
İnşaat ustası rolünde ,Majid Majidi'nin diğer filmlerinde de oynayan Mohammed Amir Naji kendisine hayran bıraktırıyor. 
Latif rolündeki Hosseini Abedini... Tam bir delikanlı bir parlayıp bir sönen, hırslı, aşık, fedakar..

Filmdeki kesitlerde, Latif'in ayakkabıcı arasındaki diyaloglar çok etkileyici.

Arap, Fars, Azeri, Kürt, Türk izleri var filmde.

Yağmurla başlayıp, yine yağmurun bir ayak izini silmesiyle bitiyor film.

  • Serçelerin Şarkısı (2008)
Muhammed Amir Naji'nin başrolde oynadığı Serçelerin Şarkısı da Majid Majidi'nin önemli baş yapıtlarından.

Başrol Kerim, deve kuşu çiftliğinde çalışmaktadır. Bir gün çiftlikten deve kuşunun kaçmasıyla, Kerim'in işine son verilir. Kızının işitme cihazını tamir ettirmesi gereken Kerim, Tahran'a gitmesiyle hayatındaki değişikleri başlar.

Samimiyeti, dürüstlüğü, aile kavramını en güzel örneği ile bulabileceğimiz bir film..

Kerim'den birkaç sahne paylaşmak gerekirse; Deve kuşu kılığına girip kaybolan deve kuşunu aradığı sahne :)

Bir diğeri de helal ve haramı ayırt edeceğimiz erik sahnesi :)

Filmin diğer önemli oyuncuları başta Kerim'in oğlu olmak üzere köyün diğer çocukları...

Köyde bulunan bir depoyu temizleyip, balıkların yaşayabileceği bir hale getiren çocuklar...

Japon balıklarını taşıdıkları kabın patlamasıyla etrafa savrulan balıklar... 

Çaresizliğin okunduğu o masum bakışlar..

Türk ve Azeri müzikler yine çok başarılı.

Her şartta mutlu olmaya çalışan insanlar izleyeceğiz bu filmde..


Majid majidi' den geç kalmış bir paylaşımdı bu.

İyi seyirler...





22 Kasım 2013 Cuma

Peki şimdi nereye?

Yine bir film... :)

Film çok aslında bu sıra.. Hepsini yazsam bloguma diyorum. Sonra unutuyorum :)

Seviyorum ya.. Bazen öyle bir zamanlamada oluyor ki. Yok artık diyorum, bir duygunun köşesinden alıyor içine götürüyor bir yerlere :)

Kitaplarda da oluyor bu. Üzülüyorum bazen erken bitmiş rüya gibi oluyor bazıları. Karakterleri kafamda dolaştırıp, kitabın kapağına bakakalmış buluyorum kendimi :)

Yeni tavsiye filmimize gelirsek eğer;

"Peki şimdi nereye?"  "Where do we go now?" "Et maintenant on va ou?"

Bir Lübnan filmi. Bu filmin yönetmeni, senaristi ve başrollerinden olan Nadeni Labaki'nin Karamel filmini izlemiştim önceden. Filmi çok beğenmesem de oyunculuğu süperdi. Ve bu filmle de garantilemiş oldu.. :)

Film Fransa'da çekildi. 2011'de vizyona giren film birçok ödülü de beraberinde getirdi.

Lübnan'da küçük bir köyde farklı dinden olan insanların yaşamını anlatıyor. Aralarında sıkı bir dostluk olsa da her an patlamaya hazır bomba gibiler maalesef.

İç savaşların günden güne arttığı dönemde, köyün erkeklerinin olaylardan etkilenip birbirleri ile savaşmamaları ve var olan huzuru korumaya çalışan kadınların çabasını anlatıyor film.

Güldüren sahnelerin yanı sıra hüzünlendiren sahnelerin de olduğu bu filmi ben beğendim... Müzikleri, kurgusu, kostümleri, köyün havası ile film bütün olarak çok iyiydi.

Bir kadının elinden çıktığı da çok belli oluyor. Zeka pırıltılarından olsa gerek :)

Film, Lübnan'daki savaşı konu alsa da , kadınların gözünden tüm dünyaya sesleniyor sanki. Bence başarmış da ...

Bende müzikal bir tiyatro izliyormuşum havası oluşturdu başlangıcı ve bazı diğer sahneleri. Bu da çok hoşuma gitti.

Bakalım sizin yorumlarınız ne olacak...

İyi seyirler... :)





"Çocuklarını korumak için silah ve fişek yerine dua ve çiçeklerle savaşan siyahlı kadınlar." 


21 Kasım 2013 Perşembe

Böyle bir hal

Ne varsa eskilerde var. 
Her neresi olursa olsun.. 
Bir de gramofonum olsun. 




 مستنياك

حبيبي .. مهما سافرت.. مهما بعدت
ومهما غبت.. يا روحي عني .. قريب مني

مهما طالت رحلتك .. مستنياك .. قلبي معاك
يا حبيبي .. في غربتك

مستنياك يا روحي بشوق كل العشاق
مستنياك تعبت تعبت من الأشواق
مستنياك وانا دايبه يا عيني من الفراق
حبيبي ... حبيبي

---

للدرجة ديا .. تغيب عليا
وتهون عليك دمعة عينيا .. ويهون هواك
خايفة الأسية .. تاخد شويه
من شوقي ليك أسال عليا .. وانت هناك

حبيبي تعال .. تعال تعال
بر الأمان بناديك .. ترسي عليه .. وترتاح في ظله
حبيبي تعال .. تعال تعال
القلوب هنا .. بتحس بيك .. وبتهوبك العمر كله

مستنياك يا روحي بشوق كل العشاق
مستنياك تعبت تعبت من الأشواق
مستنياك وانا دايبه يا عيني من الفراق
حبيبي ... حبيبي

---

أنا بسأل النجوم .. كل ليلة عليك
وبكتب كل يوم .. غنوة شوق بتناديك
وبحلفك تجيني .. يا حبيبي وتناديني
وساعتها حتلاقيني .. في لحظة بين أيديك

وكفايه ...
طولت في بعادك .. زودت في عنادك
ما كفايه ..
الشوق بغنيلك .. يا تجيني يااجيلك

وتعال يا غالي نور ليا الليالي

مستنياك يا روحي بشوق كل العشاق
مستنياك تعبت تعبت من الأشواق
مستنياك وانا دايبه يا عيني من الفراق 

17 Kasım 2013 Pazar

Sonbahar

Gitmesin sonbahar..
Düşmesin son yaprak..


"İçimden sonbaharın iniltisi geliyor,

 Kente yağmur yağıyor ruhumun göklerinden

 Ayrılık damla damla, gönlümü çiseliyor

 Cankuşum, sel gidiyor bahtımın gözlerinden

 İçimden sonbaharın iniltisi geliyor..." N.Genç



"Oysa ben akşam olmuşum

 yapraklar dökülüyor

 usul usul

 adım sonbahar" A.İlhan



"Yıllar bir gözyaşı olup da kaymış

 nurlu ihtiyarın yanaklarında.

 Yapraktan saçını yerlere yaymış,

 Sonbahar ağlıyor ayaklarında" N.Fazıl


"Bir ölüm vefalı, bir de sonbahar." C.Zarifoğlu



11 Kasım 2013 Pazartesi

Mısır Sineması'ndan

    Dubai'deyken ilk defa Mısır filmi izlemiştim. (Arapçamın yettiği kadarıyla :) ).. O zamandan beri aklımdaydı. Geçtiğimiz aylarda bir iki tane daha izleyebildim.. 
Sizlerle onları paylaşmak istiyorum.. 

İlki Asmaa;

Mısırlı güzel bir kadın olan Esma'nın yaşamını anlatıyor.. Yaşlı babasına ve genç kızına bakmak zorunda olan Esma, sağlığı ile ilgili sıkıntılar yaşıyor. Ve doktorlar Esma'yı tedavi etmek istemiyordur. Çünkü Esma AIDS'tir.. 

Esma'nın hikayesini, katıldığı bir tv programının ayrıntılarında öğreneceğiz. AIDS ile yaşayanların da öykülerinin var olduğu filmde, Esma'nın bu virüse nasıl yakalandığı ise filmin sonuna kadar merak uyandırıyor. 

Filmin Yönetmeni; Amr Salama
Oyuncular;Hany Adel, Maged El Kedwany, Hend Sabri
İmdb; 7.6 / 10



Bir diğer film ise; Cairo 678

Cinsel istismara maruz kalmış üç farklı kadının hikayesi anlatılıyor filmde. Her yerde var olan bu olayı 2010 yılında Mısır'lı yönetmen Mohammed Diab sinemaya taşıdı. 

Kadınların tacize karşı mücadelesinin anlatıldığı filmde, Mısır'da ilk defa "Cinsel İstismar" davasının açılması da gündeme geliyor.. 

Psikolojik birçok çöküntüye yol açan bu olayların, aileleri, bireyleri, insan ilişkilerini nasıl etkilediğinin güzel bir örneği Kahire 678.

Yönetmen; Mohammed Diab
Oyuncular; Boshra, Nelly Karim, Maged El Kedwany, Nahed El Sabai..
İmdb; 7.1 / 10


Not: Tavsiyem tüm filmleri altyazı ile izlemeniz.. Dublaj birçok duyguyu, ifadeyi net veremiyor..

İyi seyirler.. :) 

4 Kasım 2013 Pazartesi

Neredeydik... Balıkesir'de...

    Uzun zamandır üzerinde konuştuğumuz ama gidemediğim yere, Balıkesir'e gittim.. İyi ki de gitmişim... Meğer ne güzelliklerden mahrum kalmış gözlerim..
Yazdan kalma günler de üzerine ayrı bir tat kattı...

Denizi, kumu, zeytinleri meşhur biliyordum ama yine de giderken arkadaşıma sordum Balıkesir'in nesi meşhur.. 3 K dedi;
Kızı,
Kedisi,
Kolonyası.

Hadi başlayalım gezimize... Tarihi bilgiler, müzeler gibi klasiklerimiz yok ;)
  • Ören ; tam bir yazlık beldesi.. Plajı, gün batımı muhteşem.. Sahilin hemen üzerindeki sıralı banklar gençlerin geceyi seyirle- sohbetle geçirmesi için planlanmış adeta..

  • Ören'in şöyle güzel bir noktası daha var.. Bu resimdeki yer denizden bakıldığı zaman sadece ağaçlık bir alan olarak gözüküyor. Evler belli olmuyor. Bu yüzden buraya "Saklı Cennet" diyorlar.. 


  • Edremit'e gidin mesela.. Körfezi gezin. Oradan Güre'ye bağlı Çamlıbel Köyüne çıkın.. Köyün sokaklarında gezinin.. A bir de "Köyün Delisi" var ona da uğrayın mutlaka.. El ürünleri otantik küçük bir hediyelik eşya dükkanı.. İsmi gibi eşyaları da marjinal.. 
  • Çamlıbel'den inerken sağdaki çay bahçelerinde, çayınızla körfezi seyredebilirsiniz.

  • Ve Cunda, Ayvalık.. Burası için kelimeler yok.. Küçük bir evin olsun ve gez dur sokaklarda.. Otur tepede bir yerde. Hayran kaldım. O adaları, sokaklar, mandalina bahçeleri, eski evleri..



  • Taş kahve zaten meşhur.. Ama köşedeki pastaneden mutlaka bademli, tereyağlı kurabiyelerden alın ve yiyin. Enfes bir tat.









  • Cunda'ya yakın Sarımsaklı' da şeytan sofrası diye bir tepe var.. İsminin şeytana bağlanmasına sebep, kayanın üzerindeki ayak izinin şeytana ait olduğu söylendiğinden..

  • Manzarası, havası insanı etkileyecek şekilde. Balıkesir'e gittiğinizde buraya çıkmadan dönmeyin derim ben.



  • En son 7 yaşındayken balık tutmuştum sanırım. O zamandan bu zamana kadar neden tutmamışım anlamış değilim. Küçük bir tekne ile çarşaf gibi bir denizde, balıkçı motorlarının sesleri arasında balık tutmak gibisi yokmuş...
Her şey çok güzeldi. Tadı damağımda kaldı.. Siz de gidin küçük İzmir Ayvalığı. Burhaniye'yi, Edremit'i, Akçay'ı bir ziyaret edin... İyi eğlenceler :)

31 Ekim 2013 Perşembe

Ne güzel geldin

Bir kere daha gelmiştin aklıma.
Ama bu sefer gitme hemen..
Gitme de biraz gezineyim etrafında..

Yine adalarda o şirin ev.. Beyaz , mavi çerçeveli, küçük camlı ev ...
Beyaz uzun elbise, bez beyaz spor ayakkabı..
Limon ağacı olabilir bahçem, ya da mandalina..
Ben dikmeliyim ama.. Her gün izlemeliyim nasıl büyüdüğünü..
Kaçırmamalıyım yaprağını, filizini, tomurcuğunu..

Şehre inmeye çok lüzum da olmamalı mesela..
Belki bir kitap yazarım..   Onu teslim etmeye giderim..
İnternet de yok nasılsa..


Önünde sepeti olan bisikletim hep durmalı kapıda.
Eğer yoksa tavuklarım, yumurta lazım olur mahalledeki çocuklara kek yapmak isteyişimde..

Unutuyordum neredeyse... Gramofonum...
Gramofonsuz hayal mı olur hiç...
Yaz akşamları bahçeye çıkarmalı mesela..Söğüt ağacının altındaki beyaz tenteli salıncakta sallanırken ne de güzel olur fonda bir Zeki Müren..

Çok güzel geldin hayal..
Bir süre kal benimle..
.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Çocukluğunu bilmiyorum ben senin

Çocukluğunu bilmiyorum ben senin.
Acaba nasıl bir çocuktun?

Sen de saklambaç oynarken eve gidip yemek yiyenlerden miydin?

Ya süt? Sütü sever miydin ?
Yoksa evdeki saksıların dibine mi dökerdin çaktırmadan ben gibi.

Yumurtayı nasıl severdin? Sarısı tam pişmiş mi isterdin mesela.

Anne mi çok severdin babanı mı diye sorduklarında ne derdin?

Balonlarla uçabileceğini düşünür müydün sen de?

Bisiklete binince sen de özgür hisseder miydin kendini?

Bunları hiç bilmiyorum.
Çocukluğunu bilmiyorum ben senin.

Peki çocukken,
O zaman merhametli miydin?

21 Ekim 2013 Pazartesi

Yaşanmamış zamanlar

               'Her duygunun bir kelime karşılığı yoktur ama bir gözyaşısı vardır.' diye yazmıştım eskilerde. Veremiyoruz her duyguya bir isim.. En çok kullanılanlar ile anlatmaya çalışıyoruz derdimizi. Sadece mutlu olunca, sevinince, sinirlenince ağlamıyoruz ki. Konuşamadığımız zamanlarda da ağlarız. Derdimizi anlatamadığımızda, kelimeler kalmayınca. 
              
En baskın duygularımızdandır özlemek.. Olanı olmayanı özleriz. Yaşanılanı yaşanmayanı.. 
Olmayan anılar da özlenir. Yani geçmişinde sadece yaşadığın değil yaşamadığın. Yaşayamadığın. 

Yaşanılanı anlıyorum da yaşanmayanı nasıl özlüyoruz.
Geçmişi özleriz..
Geleceği de..
Geleceği mi özlüyoruz?.. Yoksa gelecekteki hayallerimizi mi?
Yoksa merak ediyoruz da buna özlem mi diyoruz. 
Öyle basit iş değil merak ile özlemin karışması. 
Bas baya özlemek bu. Bilmez miyim?

Ama bir şey var burada birkaç şeyi atlıyor gibiyiz. Sadece bir zaman dilimi değil özlenen.. Bir şeyler yüklüyoruz o zamana. Mutluluk mesela, ya da umut, ya da huzur.. Hayal değil ama.. Hayal kurmam ben... Kuramam... Belki gizliden bir umut.. Bir huzur var diye o da ileride diye onu özlüyorumdur. Özlüyorsundur.. O da özlüyordur... 



8 Eylül 2013 Pazar

4 Eylül 2013 Çarşamba

Altın ve Bakır


Her birimiz ayrı bir çerçeveden değerlendiriyoruz hayatı.  Bir avukata sorsak ki, yaratılışın özü nedir diye? ilk aklına gelen “adalet” olur büyük ihtimalle. Öte yandan aynı soruya bir çiftçinin “emek” diye cevap vermesi beklenebilir.  Bir arife sorsak da bize “Allah için sevmek” diyebilir.

Biriktiririz sürekli. Acıları, üzüntüleri, kayıpları… Kayıp ne tuhaf bir kelime öyle… Hele de biriktirmesi nasıl olur ki? Ne kayıp olabilir ki bu dünyada eğer ahirete inanıyorsak. 
Sevmek derken, bir moda olmuş ki sevmek… En güzel biz severmişiz gibi, sanki nefsimiz değil de “Allah için” sevmişiz gibi, her ayrılığın gündoğumunda  “Allah sabredenlerle beraberdir.” Ayetinin muhatabı sanıyoruz kendimizi.  Sevgiyi de düşürdük yerlere ve nerelerde tükettik sabrımızı ve ne çabuk kör olduk da göremedik gerçek acıları, gerçek sabredenleri. 

Geçmişin getirdikleri, günümüzün yaşantıları içerisinde tam bunları düşünürken bir film özetledi konuyla alakalı düşüncelerimi. Hep farklı kültürleri, farklı yaşantıları merak ederim. Duyguları da… Nasıl severdi bir Avrupalı, nasıl saygı duyardı bir Asyalı…  Bunu nasıl film ederdi bir yönetmen. “Allah için sevmek” desek hepimiz yazarız bir sürü süslü kelimelerle yazılar. Ya da tek bir fotoğraf gösterir susarız. Ben de bir film tavsiye etmek isterim sizlere. İnce ince işlenmiş filme “Allah için sevmek”…

Filmde yer alan hocanın sözleriyle;


"Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bir hazine ya da bir kimya, iksir. Mutluluğun sırrını yanlış yerlerde arıyorlar. Orada olmadığı malumdur. Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. Tüm bu mantık tek kelimeyle özetlenebilir; ister buna anahtar deyin, ister rumuz... 
Ama hiç de öyle karışık değildir bu. Yüce Allah bu sırrı Hz. Musa'ya bir kelimede söyledi:

-Benim için sev, benim için buğz et.

İşte bundan ötürü tüm amellerinin kabulünün anahtarı "velayet"tir. Allah için sevmek..
Eğer sevginin mizanı Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de doğru olanı yapmaya devam edersiniz.

Bu menzile varmayıp, yarı yolda kalanlar, Allah için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah'a yakınlaşırsınız.

"O'nun aşkının kimyasından, bu kara yüzüm altın oluverdi."
Evet, senin lütfunun mutluluğuyla ,  toprak altın oluverir."

İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır, gerisi çer-çöptür... Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü, aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz!"



31 Ağustos 2013 Cumartesi

Orada bir kardeşim var.


           Kendimi bildim bileli Müslümanların yaşadıkları zulümleri yüreğimde hissettim. Onlar meydanlarda cihad ederken, ben evime sığamadım. Bir keresinde bir kampanya vardı. Gazze'nin şehir kodunu veriyorlardı, sonrasında çevirdiğin her numara oradan bir kardeşin numarasıydı. Ben de denedim. Bir iki denemeden sonra bir kız çıktı telefona. Allah'ım ne kadar heyecanlanmıştım. Birkaç saniye sessiz oluşumdan tedirgin olmuştu. Bunu İsrailliler yapıyordu çünkü. Ev telefonlarından evde var olduklarını öğrenip evi bombalıyorlardı. Telefondaki kıza Türk olduğumu ve onlar için dua ettiğimizi söyledim. Gerisi karşılıklı ağlamakla devam etmişti.
         Şimdi,  Mısır-Suriye yanıyor. Orası yandıkça biz yanıyoruz. Türkiye yanıyor. Onlar zafer gelene kadar sokaklaları terk etmiyorlar. Biz de onların bu onurlu duruşlarında birlikte sokaklardayız. "Biz neden Mısır'a karışıyoruz" diye soranlar var aramızda, ben onlara acırken sorularının cevabını Şehit Esma'nın annesi veriyor; "Erdoğan'nın kızım için ağladığını görünce az da olsa insanlığın kaldığını hissettim."
           Rabbim, beni bir gün kilometrelerce uzağımda yaşayan bir insanla karşılaştırıyor. O da kendi ülkesinden uzaklarda yaşıyordu. Ben de onun o sıralar yaşadığı ülkede tanışıyorum kendisiyle... Daha görmeden özlüyordum onu. Çok değişik bir duyguydu. Onu bana sevdiren Allah'a hamd olsun.
           Tanıdıkça daha çok sevdim onu. Her gün daha çok. "Uzaklarda olsalar da birbirlerini Allah için sevenler..."
         Mısır'da kardeşim var. Darbe olmadan bir ay önce ülkesi Mısır'a geri dönmüştü. O her gün şehit haberlerine uyanırken "Saliham çok dua et derken" benim için parçalanıyor.  Yüreğim doluyor doluyor taşıyor. Acının farklı bir boyutu bu, birçok şeyi geride bırakıyor. Yeni tarifsiz duygular veriyor. Acizliğimi hissettiriyor.

Allah seninle olsun.
Allah Mısır'la olsun.
Senin de söylediğin gibi "Zafer yakın kardeşim"
Canım kardeşim...


19 Temmuz 2013 Cuma

Güncellenmiş Şeytan

           Ondaki hırs hiç kimsede olmadı olamaz da, ondaki haset hiç kimsede yok olamaz da, "bu yola baş koyduk" deriz ya, bizden önce ilk diyen o işte. İnsanı aldatmak için, insani saptırmak için, hani o diğer yol var ya o yoldan bizi götürmeye çalışan... Şeytan...

               "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (ArafSüresi 16-17)

           İlk isyan, ilk baş kaldırış onda. En büyük inatta onda. Bizde de var olan ve bunu İslam için, Allah için, Müslümanlığı her yerde her zaman yaşamak için kullanmamız gereken inadımızı biz hangi yönde kullanıyoruz? Ne tarafındayız?


              Herkes büyük günahları bilir. Ve sanarız ki şeytanın bize söyledikleri hep bunlardır...
Zina yap,
Oruç tutma,
Namaz kılma,
Başını örtme,
İsyan et...
        
            Böyle bir şey kalmadı. Namaz kılmayan insan yok gibi, çünkü vakti olmadığı için namaz kılamayan insanlar var. Oruç tutmayan insanlar yok sıcaktan dolayı, yılda iki defa çıkan tansiyonundan dolayı tutamayan insanlar var. Başını örtmek istemeyen yok, işinden dolayı örtemeyen insanlar var. Zina yapmak günahtır. Zina yapmayız, ama karşı cins ile parkın en ıssız tarafında gözlerden uzak otururuz. (Bu zinaya yaklaşmakta olmuyor haşa.) Mod

            Ezan okunduğundan hepimiz müziği kapatırız, uzanmış yatıyorsak eğer muhakkak kendimize bir çeki düzen veririz. Ama maalesef birçoğumuz "Hayyal esselah"sözünü duymayız. Ezan bize kalk diyor, kendine çeki düzen ver diyor. Ama ezan bitince tekrar yat demiyor. Haydi namaza diyor. Şeytanın en büyük özelliklerinden birisi de sağ tarafımızdan seslenmesidir. Ne iyi bir şey yaptık değil mi müziği kapatarak.
             
            Teknolojiyi senden, benden önce şeytan takip ediyor. En yeni bilgileri o alıyor. Yeni sürümü o yüklüyor. Onun da twitter hesabı var, onun da Facebook sayfası var, onun da bir sürüsü takipçisi var. Iphone 5'e gününün büyük bir kısmını geçirmen için, programları yüklemiş bile.
 
            İç sesimizle konuşuruz çoğu zaman fakat ne zaman doğruyu ne zaman yanlışı söylediğini anlamakta zorlanırız. Gün geçtikçe şeytanla olan mücadelemiz de artıyor. İçimizde öyle yerlere saklanıyor, öyle damarımıza basıyor ki. Hani çocukluğumuzun mini kitabı var ya "Şeytanın Hileleri". O kitap işte kendini yeniledi. Şeytan kendini güncelledi ve zamana insanlığa karşı meydan okumaya farklı yollarla devam ediyor. Mücadelemize çok geniş pencerelerden değil de biraz daha daraltıp devam edebiliriz. 

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir güneşim, bir babam, bir terliklerim...

Çok özleyince ben hep okurum tekrar tekrar...

"Bir Güneş'imi, bir babamı, bir de terliğimi bırakmıştım geldiğim yerde.

Bir ilkbahar gününde, güller gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmışım. Doğduğum hastahane, Ravza'nın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku, Sen'in bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelip de, daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım mescidinin ezan sesiyle şereflenmiş. Kırk günlük olduğumda ilk ziyaretimi de Hâne-i Saadet'ine yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte, Sen varsın. Daha konuşmayı öğrenmeden, Sen'i sevmeyi öğrenmişim. İlk adımlarımı Ravza'nın mermerlerinde atmış ve Rabb'imle ilk buluşmamı, ilk secdemi Sen'in mescidinde yapmışım. Evini her ziyaret edişimizde Sen'i görmesek bile, varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda da hüzünlenirdik.

Çocuklar evde sıkılınca isterler ki, babaları onları parka, eğlence yerlerine götürsün. Medine'de yaşadığımız sürece, bunları hiç istemedik babamızdan. Canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç? Sanırım Medine'deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü burada hiçbir yerde olmayan Gül Bahçesi ve bahçenin "Biricik Efendisi" vardı. Vaktimizin çoğu, o bahçede geçerdi. Sen'in bahçenin mermerlerine ayakkabıyla basamazdık. Yalın ayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Korkardık belki bahçenin güllerine basmaktan kim bilir. Yazın mermerler ayaklarımızı yakar, bu hoşumuza giderdi. Babama sormuştum bir seferinde:

- Babacığım Medine neden bu kadar sıcak?
- Evlâdım, Medine'de iki Güneş var da ondan.
- Nasıl olur babacığım, Güneş tek değil mi?

Babam gülerek:
- Doğru yavrum, bütün dünyayı ısıtan bir tane Güneş var. Bir de âlemleri aydınlatan ve ısıtan öyle bir Güneş daha var ki; O da (sas) Medine'de olunca sıcaklık iki kat oluyor.

Babamın bu cevabı çok hoşuma gitti. Gerçekten mermerler ayaklarımızı ısıtıyordu; ama Sen'in sıcaklığın içimizi daha çok ısıtıyordu.

Medine'den ayrıldıktan sonra belki ayaklarımız üşümedi; ama içimiz bir türlü ısınmıyor. Çünkü gönlümüzün Güneş'ini orada bırakmıştık. Artık O'nun (sas) evine, bahçesine gidemiyor, mermerlerinde yalın ayak koşamıyorum. Gerçi ışığın tâ buralarda da bizi aydınlatıyor; ama içimi ısıtması için Ravza'na koşmam lâzım.

Bahçende yürürken güzel ezanlar okunurdu, sanki Bilâl-i Habeşi okurdu. Biz de mescide koşar, babamın yanında namaz kılardık. Bazen o an yanımıza usulca bir kedi sokulurdu.

Babam: ‘İncitmeyin sakın, onlar Ebû Hüreyre'nin (ra) kedileri.’ derdi. Biz de onları severdik.

Çarşamba günleri Uhud'a gider, Sen'in çok sevdiğin amcanı ziyaret ederdik. O bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn Tepesi'ne çıkar, oradan Uhud'da yatan 70 şehide selâm verirdik. Uhud Dağı'na her baktığımızda, Sen'i orada görür gibi olurduk. Uhud da, Ravza'n gibi gül kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesiydi sanki.

İşte benim yedi senem ki; en değerli, en güzel yıllarım, Sen'in Köyünde, Gül Bahçende, savaştığın yerlerde, Sen'inle dopdolu geçti. Sen'i görmesem de, Sen'inle yaşamaya o kadar alışmıştım ki, yanından ayrılırken, sanki bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi. Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim, ama hep, "Büyüyünce gidersin." diyorlar. İşte sırf bu yüzden hemen büyümek istiyorum. Yanına gelince büyümüş bile olsam, bahçendeki mermerlerde yalın ayak dolaşacağım. Tâ ki Güneş'im, içimi ısıtıncaya kadar.

Hasretinden, gönlüm üşüyor. Belki hasretin herkesin içini yakar; ama beni üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum, doğduğumdan beri, sevginle ısınmaya alışmış. Sıcaklığına o kadar muhtacım ki; ne olur sana gelemesem bile, Sen beni hiç bırakma, evimizi şereflendir, ışığınla gecelerimize nur ol, sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Tıpkı Medine'de iken ısıttığın gibi.

Benim adım Nebi. Bu ismi bana, Sen'i çok seven biri koymuş. Diğer adım, Muhammed. Bu ismi de Köyünde bıraktığımız babacığım vermiş.

Ben de Sen'in gibi babasız büyüyorum. Ama Sen, asla yetimliğimizi hissettirmiyorsun. Medine'den ayrıldığımızdan beri, hep yanıbaşımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum. Sen'i tanıdığım ve sevdiğim için Rabb'ime binlerce kez teşekkür ediyorum.

Babamı kabre koyarken, ağabeyimin terlikleri onun kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü ağabeyimin terliği hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimde, ben de kimse görmeden terliğimi babamın kabrine gömüverdim. Benimki de babamla kalsın diye.

Evet, demiştim ya, bir Güneş'imi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliğim hep oradaydı, gelemezlerdi. Ama Güneş'im hep yanımdaydı. Yetimlerin Efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mıydı? Dünyanın bir ucuna da gitsek, bizi bırakmayacağını biliyordum. Gözümüz, gönlümüz Sen'inle aydınlanır Efendim! Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır.

Rabb'imden hep bana tekrar Sen’in gül bahçenin mermerlerinde yalın ayak koşmayı nasip etmesini diliyorum. Tâ ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun. Terliğimi bıraktığım o güzel mekan son durağım olsun."



Medine’de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı bir kardeşimiz işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Resulullah’ın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etti ve Cennetul Bakiye defnedildi. Ailesi Türkiye'ye döndü. O zaman 7 yaşında olan oğlu Muhammed Nebi Doğanay ortaokul öğrencisi iken kompozisyon dersi ödevi olarak bir makale yazmış ve bu makale ile birincilik almış.

Ben de yaklaşık 10 yıl önce okumuştum bu yazıyı.


9 Nisan 2013 Salı

Bu para kaç para?



İnsanın en büyük limanlarından birisi de çocukluğudur.  Hatalarından acılarından saklandığı yerdir orası. Ben çocukken, ben küçükken, ben eskiden… diye başlayan cümlelerimiz hiç bitmez.  Silmeye çalıştığımız onca hatıralara dirensek bile, çocukluk hatıralarımızı kolay kolay silemeyiz. Terapi gibidir çocukluk. Oraya gider dolaşır, rahatlar döneriz. Hep kalamayız nasılsa. Düşünüyorum da ya olmasaydı bunlar da. Geleceğe dair hayal kuramayan bir insanin geçmişi mükemmel değilse yaşadığı zamanda sıkışır kalır.
“Ah ben gençken” demeyiz mesela, gençken hata yaparız çoğunlukla… Hatalarımızı da çok hatırlamak istemeyiz dolayısıyla. Çocukluk öyledir, gençlik böyledir diye hüküm vermiyoruz elbette.  Ama çocukluk başkadır. Masumdur… Gerçek anlamını bilmeden yaparız çoğu şeyi. İyi midir kötü müdür bilmeden. Çünkü çocukken her şey iyidir. Kötüyle iyiyi ayırt etmeye başladığımızda artık çocuk değilizdir nasılsa. İnsanoğlu ne tuhaf cidden… Büyümek için sabırsızlanır, büyüdükçe de çocukluktan çıkmak istemez. Kolaya kaçıyoruz çünkü. İstemiyoruz zorluklarla savaşmak... Her şey iyi olsun istiyoruz. İyi insanlar, iyi dostluklar, iyi bir yaşam, iyi iyi iyi.
Bir kız çocuk, anneden çok babaya yakındır. Bilirsiniz klasik baba-kız muhabbeti. Bu kız çocuğunun ilk tanıdığı erkek babasıdır. Çocukluğunun erkeği de babasıdır, büyüyünce tanıdığı tüm erkekleri de babasıyla kıyaslar. Ölçüdür baba… Baba, bir duruştur, bir kılavuz. Elini erken bırakırsa eğer düşersin. Dağ derler ya. Sadece yaslanmazsın o dağa. O dağ, korur seni. Set çeker kötüyle arana. Onu görsen tamamdır. Her şey o dağın arkasında kalır. O var ya. Tamamdır işte ya. O. Babadır.
Nerden mi geldim buraya. Dikkatimi çeken ufak bir olay eskilerden bir sahneyi canlandırdı gözümde.  Çünkü ben de bir baba tanıyorum. Beni, Türkçe’ deki bir sürü sıfattan, bir kaçını dahi yan yana getirip bir cümle bile kuramayacak kadar kifayetsiz bırakan bir baba. Üç çocuğu için ayrı ayrı zarflar hazırlayan ve her ay aldığı memur maaşından o zarflara pay eden bir baba biliyorum. Ve bir kız çocuğu tanıyorum. Bir önceki aya ait parayı, bir sonraki ayda babasına satmaya çalışan bir kız çocuğu.
Ve ben büyüdükçe, ben büyüdükçe ve bu dünya böyle hızla kirlendikçe o babayı ve o kız çocuğunu istiyorum. Kolaya mı kaçıyorum. Evet kaçıyorum. Kaçıyorum ve istiyorum. ”Bu para kaç para” diye evin ortasında dönüp parasını satmaya çalışan kızın masumiyetini ve o kızın kahraman babasını istiyorum.


13 Şubat 2013 Çarşamba

Kimin hayali?

         
     
                Her şey hazırdır aslında. Yıllar öncesinden kurmuşsundur planlarını. Provalar, tekrarlar, ezberler bazen de doğaçlama...  Kusursuz olmaması için sebep yoktur adeta... Sahnedeki biblonun duracağı yer, protokolün oturma düzeni, teşekkür konuşması... Yıllardır emek verdiğin, hayallerini kurduğun şey gerçek olacak.

               Sonra, tam oyun günü birisi çıkar ve der ki;
"Bu sahne, bu senaryo, bu oyuncular hepsi, hepsi benim hayalim." Başrol oyuncunu da alır gider. Koskoca salon ortasında, sahnede tek kalırsın.. Düşünürsün... Ben başkasının hayalini mi kurmuşum.. Yoksa?



21 Ocak 2013 Pazartesi

Sosyal Medya




Hemen hemen hepimiz sosyal medyanın bir ucundan tutmuş durumdayız. Her gün geniş bir ağa yayılan bu mecra, içerisine çekiyor bizleri de. Mesela Türkiye’de facebook kullanıcı sayısı 30 milyonu geçti. Twitter kullanıcı sayısı ise 7 milyon civarında.  Varın siz hesaplayın gerisini.

Facebook eski popülerliğini yitirdi aslında. Neydi öyle evine gidip tarlasını eken, meyvelerini toplayan insanlar. Ne kadar çok boş vaktimiz varmış meğer bilgisayar başından kalkamaz olmuşuz. Ve neden bıraktık birbirimizi ki, buralara mahkum etmişiz diğerlerimizi.

 Sosyallik diyoruz da, birçok asosyalin yeri oldu. İletişim sorunu yaşayan tiplerin kendilerini buldukları bir yer. Herkes bir gruba dahil olma çabasında. Sanal alemden gerçek aleme geçerek sosyalleşenler de var. “Geleneksel facebook günleri”… Paylaşım siteleri için çekilen resimlere bir yorum yapamıyorum. O pozu gören artık anlıyor arkadaşım, çektirmeyin.

İnsanlar, twitteri daha farklı kullanıyorlar. İlk zamanlar sosyal medya hesapları olanların da bir havası vardı. Senin twitter adresin yok mu? Sorusu ve arkasından gelen o acıma bakışı ile kaç insan açmıştır hesap kendine iyi biliyorum. Twitter açmakla da bitmiyor. İnsanlar ne yazacağım diye düşünüyor sonra. Hadi yazacak şeyi de buldu, sırada doldurması gereken “kişisel bilgiler” bölümü var. Buraya en vurucu şey yazılmalı ki takipçi sayısı artsın. Herkes mi yazar olur arkadaşım, herkes mi uzman, herkes mi fotoğrafçı olur. Bunlar sosyal medyanın meslekleri. Kimse işsiz değil. Kimsenin susması gerekmiyor. İsteyen istediğine, istediği gibi yazabiliyor.

Bir diğer olay ise; foursquare… İnsan neden nerede olduğunu bildirir ki. Tamam bazı yerleri bildirdin değişik, güzel. Ama yolda giderken neden elinden düşürmezsin de iett otobüsündeki kadın gibi her durakta bir yazarsın. Ben henüz tam bir anlam veremedim. Yerini bildirmekle de kalmıyor. Şimdi orada ne gördün ne yedin onları da göstermen lazım. Mesela her gün yediğin mevsim salatasını şöyle değişik bir efekt ile paylaşman gerekir. Paylaştın o da yetmiyor. Ne kadar beğenisi var ne kadar yorumu var. Var da var.

Masa başı Ortadoğu Uzmanlığı; Böyle bir ilan görürsem asla şaşırmam. Zira o kadar fazla ki sayıları. Muhafazakar kesimin uğrak yerlerinden At Pazarı’na uğrasanız hemen hemen her masada bir uzmana rastlayabilirsiniz. Hatta bu tipler konuşmalarıyla birçok kişiyi etkileyebilirler. Ağzında iki tane –ist,-izm ekli kelimeyi döndürüp duran, dinden ödün vermeyen bu tipleri, arkadaşları ‘mücahit’ olarak bile tanımlar. Bunlar da sosyal medyadan nemalanıyorlar.

 Sosyal medyaya dahil olduğumuzdan beri mahremiyetimiz kalmadı. Yatak odası resimlerine kadar her şey burada. O da görsün o da beğensin. Hele o düğün resimleri… Tesettürlü kızlar da daha fazla görüyorum bu olayı. Eskiler düğün resimlerini sadece yatak odalarına koyarlardı. Hem ayıp sayarlardı öyle salonlarda baş köşelerde olmasını. Şimdilerde ağzının içine düşerek verilen pozlar cümle aleme ilan ediliyor. Bir de üzerine ayet yazmıyorlar mı. Ayet eşliğinde sunuyorlar. Hem Allah hem yallah olayı tam uyuyor sanırım. 

Sosyal medya zararlıdır! Diye bir ibare kullanamayız. Hayatımıza girdi gireli iletişim olarak büyük sorunlar yaşıyoruz bu bir kesin. Adı üzerinde paylaşım sitesi… Üzüntü, sevinç, keder, her şey paylaşılıyor. Sanırım biz dozunda hata ediyoruz. Kullanım ile ilgili hataları ayıkladıktan sonra bir zararı olmadığını düşünüyorum. Bir tweet ile bir insanın neye yakın neye uzak olduğunu az çok anlayabiliyoruz. Falancı kimdir dediğimizde, yaptığımız bir iki sorgulamada karşımıza az çok bilgiler çıkar. Paylaşımlarımız, hakkımızda bir bilgi, bir yorum içeriyor. Verdiğimiz bilgilere dikkat edelim J