Ortaokul yıllarımdan itibaren tatillerimi Bursa’da geçirirdim. Bursa’da günlerim dolu dolu geçerdi. Ama Bursa’nın en sevdiğim tarafı akşamları Zekai Amca'nın bana anlattığı umre hatıralarıydı. Geceleri rüyalarımı süsleyen o yer hem çok uzak hem de çok yakındı. İçimde her gün bir önceki günden daha büyük bir sevgi, bazen bir özlem, bazen de sanki bir acı hissi veren bu duyguların esiri olmuştum. Babamdan sözünü almıştım. Emekli olunca gidecektik birlikte. Ama bana kuzenlerim ile gitmek nasip oldu.
2008 nisan ayında kuzenimin telefonu beni yeni bir heyecana sürükledi. Her defasında bir adım kala döndüğüm bu yolda, bu sefer o adımı da atacağımızı söylüyordu. Mahrem sıkıntımız vardı. Ve şirketler mahremi olmayan 40 yaş altı bayanları prosedür gereği kabul etmiyorlardı. Ama telefondaki ses bu olayın çözümünü de anlattı. Bütün işlemler tamamdı. Temmuz ayında (üç ay başlangıcı ve Regaip kandilinde) 15 günlük umre seferimize tam anlamıyla hazırdık. Ama bu soruya verdiğimden cevaptan emin değildim aslında. Nasıl emin olabilirim ki? Ne yüzle gideceğim? Vuslat diyorum. Sevgiliye kavuşmak o da beni bekliyor mu? Dünyada yaşanan bunca kötülüklerin bir sebebi de biz değil miyiz? Biz Müslüman olarak geçinen insanlar. Bunların cevabı bende yokken ne yüzle çıkabilirim karşısına. Yıllardır hayalini kurduğum yeşil kubbeye çıplak gözlerimle nasıl bakacaktım. Ama bu bir davet diyordu bir ses içimden. Rabbin seni evine çağırdı.
Beyaz uzun elbiselerim, beyaz başörtülerim, beyaz terliklerim, bavulum… Medine yeşil olduğu için yeşil şalvarımı giymiştim, masumiyeti ve eşitliği simgelediğine inandığım beyaz başörtümü takmıştım. Umreye gitmeden önce uğramam gereken bir yer vardı. Benim gidişimi göremeyen birisi. Ona uğramadan nasıl gidebilirdim.
Havaalanına elimde bavulum ile girdim. Xray cihazından geçerken çantamda bir bomba varmışta gidemeyecekmişim gibi saçma da olsa aklıma gelen senaryolar vardı. Bu kadar çok istememin sebebi miydi bu bilemiyorum. Bizi uğurlamaya hiç beklemediğim insanlar geldi. Yüzümden neler okunuyordu bilmiyorum ama ben bir rüyanın başlangıcı olduğunu biliyordum. On beş gün sonra bitecek bir rüya. Annemin yüzündeki hüznü anlayabiliyordum. Bir eksiğimizin bu anı göremeyişi. Senelerdir bu aşk ile yandığımı bilen arkadaşlarımın gözleri ‘–beni de götür’ der gibiydi adeta. İnşallah…
Lacivert pasaportum elimde önümde diğer beyaz elbiseler ile sıradaydım. 23:55’te kalkacak uçağımıza doğru gidiyorduk. Evet gidiyorum. Geliyorum mu demeliyim?
Uçağın orta sıralarında bana ait olan koltuğuma oturup hemen kemerimi bağladım. Sağı solu gözlüyordum. Tam karşımda çarşaflı bir teyze elinde tespihi ile zikir halinde, köşede daha 3 yaşlarında kız çocuğu olan temiz yüzlü bir abla, kızının karnını doyurmaktaydı. Kuzenlerimin telaşı, birazda uçak korkusu onları uyumaya sevk etmişti. Ama ben uyumayacaktım. Bu anı o kadar çok bekledim ki bu üç saat geçmek bilmese bile bu anı çok özleyeceğimi bildiğim için uyuyamazdım. Uyumadım da.
Uçak havalanmaya başlamıştı. Uçaktan korkmadığımı da bu arada anlamış bulunmaktayım. Üç saat sürecek yolculuğumu salavatlar ile tamamlamayı planlıyordum ve öylede oldu. Medine semalarına süzülüp inen uçaktan inme sırası bendeydi. Kapıdan çıktığımda beni karşılayan o tatlı sıcaklığı asla unutmam. O sıcaklık benim öyle böyle bir yere gelmediğimin ilk belirtisiydi. Pasaport işlemlerinin uzamaması için dua eder vaziyetteydim. Eğer uzarsa kavuşmam o kadar geç olacaktı. Dua ettiğim gibi oldu. Kısa süren giriş işlemlerinden sonra üzerinde Arapça yazıları olan, yeşil otobüslere doluştuk. Ve yol almaya başladık. Dillerde dualar, ellerde tespihler, önceden her şeyi sorup öğrendiğim bu yerlerde bir şeyi kaçırmışım; havaalanının mescide bu kadar yakın olduğunun. O da ne işte Mescid-i Nebevi. Otobüste sesim biraz yükseldi ve ‘-İşte geldik! Evet. Geldik. Orası.’ Yükselen salavat seslerini şuanda bile hissedebiliyorum. Otelimiz mescide çok yakındı. Hemen İnip bavulları odalara yerleştirip mescide gitme telaşı sarmıştı hepimizi. O da ne! Ezan okunuyor. İşte beklediğim sahne. Köşeden gelen insan seli... Beyaz ve siyahın muhteşem uyumu… Asla kıyaslanmaz beklide ama İstanbul’da olsa bir olay olduğunu sanır herkes. Aslında bir olay oldu. Ezan okundu. Yaşlısı,genci, çocuğu herkes camiye akın akın koşuyor. Afallamaya başladığım anlardı bunlar. Ben neredeyim? Gerçekten istediğim yere ulaştım mı?
Bavul telaşı geçte olsa bitmişti. Ama ilk namazımızı otelde kıldık. Vuslat için kafileyi beklemek istemiyordum. Kuzenlerimle konuştum. Bana uymalarını ve onlara yol göstereceğimi söyledim. Hızlı bir şekilde hazırlanıp mescidin yolunu tuttuk. Bu sokaklar, köşedeki eczane, kokusundan ne olduğunu tam anlayamadığım yiyecekleri olan bir lokanta, beyaz uzun elbiseli adamlar, birbirlerine benzeyen ama aynı olmayan onlarca insan koşuşturması… Hızlı adımlarla yürürken etrafı izlemeye devam ediyordum. İşte mescid-i nebevi. Ne kadarda büyük! Alabildiğine uzun mermerler, altın varaklı minareler, pırıl pırıldı her yer. Bayanların bir giriş kapısı olmalıydı. Önce onu bulmam gerektiğini anladım. Görünüşte yeşil kubbe yok henüz. Kadınların giriş kapısının tam karşısında olduğunu biliyordum. O zaman doğru yerdeyiz dedim ve ilerledik. Kapandığında Muhammed yazısının ortaya çıktığı büyük heybetli kapıdan klimanın yüzümde estirdiği rüzgarla giriş yaptık. Ayakkabılarımızı yanımızdaki çantalara doldurduk. Mescidin içerisindeyiz. Uzun ve sayamayacağım kadar çok kolonlar ve her kolonun altında yer alan kuran rafları, her yeri aynı desenle kaplı boydan boya halılar. Yakasında görevli kartı bulunan, yerlere kadar çarşafı olan, sadece gözlerini görebildiğim kadına doğru yaklaştım ve ona ziyaret saatinin ne zaman olduğunu yarım yamalak Arapçam ile sordum. Bana sarılışını ve gözlerinin gülüşünü unutmam mümkün değil. Benim nereli olduğumu, Arapçayı nereden öğrendiğim gibi soruları sordu ve ziyaret saatini söyledi. Medine diyince aklıma gelen bir başka şeyde ensardı. İşte bu olayda ensarın torunlarının yaşadığını hissettirdi bana.
Aldığım bilgiler ile ilerledik. Uzun zamandır beklediğim bir randevuya sanki geç kalmışım gibi mahcup, göreceğim manzara ile mutlu olacağım için heyecanlı bir hal içerisindeydim sanırım. İleride bekleyen bir kalabalık… Türkiye, İran, Endonezya gibi yazıların bulunduğu tabelalar. Bu demek oluyor ki guruplar halinde ziyarete giriliyor. Oturduk ve sırayı bekledik. Yanımdakilere yaklaştığımızı söylüyordum. Çünkü başımın üstünde açılan şemsiyeleri gördüm. Efendimizin yanındaydı bunlar. Resimlerden hatırlıyorum. Etrafı incelemeye başlamıştık ki o da ne ? Yeşil Kubbe mi o? Geldim mi yani? Burası mı? Kafamı secdeye koydum hemen. Olamaz dedim. Ben bu kadarını hak etmedim. Hazır değilim ya da. Rabbim rüya mı? Geldim mi? Ne yani selam versem melekler olmadan efendimiz direkt selamımı alacak mı? Bu kadar yakın mıyım ona? Kafamı secdeden kaldırmıştım. Beynimin sol tarafının uyuştuğunu , başka bir alemde olduğumu hissediyordum. Türkiye yazısı ile birlikte oldukça kalabalık bir gurup halinde ziyarete girdik. Sol tarafta Hz. Fatıma validemizin odası vardı. Yanında efendimizin kabri. Ama yaklaşmak mümkün değil. “Benim minberim ile kabrim arasında namaz kılan, cennet bahçesinde namaz kılmış gibidir” hadisinde bahsedilen yerdeyim. Halıların rengi diğerlerinden farklı olması hemen dikkatimi çekti. Farklı olan yerlerde kılınıyordu namazlar. Bu bir çerçeve gibiydi. İki rekatlık namazımı biraz sarhoş bir şekilde kılmıştım. Arkamda bekleyen kalabalığı görünce, hakka girmemek için daha fazla kılmaya yeltenmedim. Biraz ilerleyip, tenha bir yere geldikten sonra dönüp baktım. İşte yeşil kubbe orada ve ben buradayım. Ve bu bir rüya değil. Yüzümdeki tebessümün farkına vardığımda sarhoşluğumda geçmişti. Buralar yabacı da değildi. Ben buraların çocuğum havasında ellerim cebimde zıplaya zıplaya yürümeyi geçirdim aklımdan.
İlk gün ve diğerleri Medine’de aynı heyecanla geçiyordu. Medine civarında bulunan kutsal yerlerin ziyaretlerinden sonra, tekrar mescide geri döneceğini bilmek ayrı bir huzur veriyordu insana. Medine… Münevver şehir… Medine geceleri de bir başka oluyor. Mescidin ışıklı her yeri aydınlatıyor. Hele birde geceleri Yeşil Kubbe’nin karşına oturup onu izlemek yok mu? Dünya duruyor sanki. Herkes susuyor, ben konuşuyorum. Ümmetin çaresizliğini anlatıyorum. Özledim diyorum. Binlerce selam ediyorum. Orada kalmak istiyorum ama görevliler izin vermiyorlar gurup halinde ve uzun süre oturmalara. Gözlerimi kapatıyorum ve bu an hiç bitmesin istiyorum. Bütün gördüklerimi bir fotoğraf gibi aklıma çekmek istiyordum. Çok daraldığımda gözümü kapattığımda, karşımda yeşil kubbeyi görmek, üstüne oturduğum mermeri hissetmek istiyorum.
Pazartesi ve Perşembe günleri hariç diğer günleri, ayın kaçı olduğunu bilmiyordum. Gece gündüz oluyordu ama günleri merak etmiyordum. Her gün dönüşü hatırlamak istemiyordum. Burada geçireceğim vakitleri bir daha tekrarı olamayacak gibi geçirmek istiyordum. Medine de ziyaretler dışında günlerim mescide kaza namazı kılmak, başladığım hatimden okumak ve efendimizi ziyaret etmekle geçiyordu. Mescitte namaz aralarında bir sürü kişi ile konuşuyordum. Dikkatimi çeken en belirgin olay; burada kimse kimseyi renginden dolayı, kıyafetinden ötürü yadırgamıyor, farklı gözle bakmıyor. Birbirinden farklı insanlar bir arada tek bir şey var dillerinde. Tek bir amaç uğruna gelmişler. Hayatta çok istediğim şeyler belliydi. Babam sağ iken onun iyileşmesi, umreye gitmek, başörtümle okumak ve Ortadoğu’daki Müslüman kardeşlerimin refaha ermesi. Filistin’e, Gazze’ye gitmeyi o kadar çok istiyordum ki. Ama umrede güzel bir şey daha oldu. Ziyaretten geldiğimiz gün akşam ezanı okunmuştu. Abdestimizi tazeleyip mescide koşarak gidiyorduk. Kapıda terliklerimi çıkarıp çantaya koyarken kafamı kaldırdığımda yakasında Filistin bayrağı olan bayrağı olan bir kadın. Dedim rabbim sen ne kadar büyüksün. Burada karşılaştırıp içime su serpiyorsun. O kadın ile namazdan sonra uzun uzun konuştuk. O sıra mescide kuşlar girmişti. Yerlerde bulunan kırıntılardan onlarda nasipleniyordu. Mescit tıpkı efendimizin zamanında anlatılanları hatırlattı bana. Onun evi gibi. Gelenler misafir değil. Kendi evlerinde gibi. Orada uyuyorlar, orada yemek yiyip ikram ediyorlar, orada namaz kılıp ibadet ediyorlar. Her şey rüya gibi. Ama Medine’de yedi günümüz bitiyordu. Mekke bizi bekliyordu. Beytullah bizi bekliyordu. Bir başka randevu için yollardaydık yine.
Pazartesi günü Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktık. Yolda ihrama girmek için mescide girdik. Namazımızı kılıp toplu olarak niyet ettik. Ve ihram yasakları başlamıştı. Otobüslerimize yerleşmiştik. Altı saat süren yolculuğumuz devam ediyordu. Camdan dışarıyı izliyordum. Her yer büyüklü küçüklü dağlardan oluşmuştu. Daha önce görmediğim dağlar, renkleri farklı ve sanki üstünde hep taşların olduğu değişik dağlar. Bugün klimalı otobüslerle gittiğimiz bu yollardan yıllar önce efendimiz arkadaşları ile deve üstünde hicret etmişti. Ben böyle bir önderin ümmetindeydim he. Çok şanslı olduğumu ve üstümdeki yükü hatırlayıp duamı tekrarladım: “Allah’ım beni sana layık bir kul, Habibine layık bir ümmet ve babama layık bir evlat eyle.”
Bugün pazartesi olduğu için biz yine niyetliydik. Mekke’ye yaklaşıyorduk. Dillerde salavatlar, tekbirler ve lebbeykler. Mekke’ye geldik. Odalarımıza yerleşip namazımızı kıldık. Ve hemen orucumuzu açıp randevumuza gitmek için sabırsızlanıyorduk. Başımıza hocamızı alıp yaklaşık on beş kişilik küçük bir gurupla mescidi harama yürümeye başladık. İşte o anlar. Dillerimizde “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk Lebbeyk la şerike leke lebbeyk İnnel hamde ve’n-ni’mete vel mülke leke la şerike lek (Buyur emret, ey varlığı mutlak lazım olan Allah’ım, emrine hazırım ve ilahi iradene itaat ederim Senin benzerin ve ortağın yoktur)” Mescid-i Haramın ışıklı aydınlatıyordu Mekke’yi. Hızlı adımlarla ilerledik ve Kabe’nin üst katında namaz kıldık. Ama daha Kabe ile karşılaşmadık. Nasıl kıldığımı hatırlamıyorum ilk namazı. Kabe sarhoşluğunu atamadım üstümden. Selam verdikten sonra Kabe’yi görmek için önlere doğru ilerliyordum. Giderken içimden dua ediyordum. “Rabbim aklımı başımdan alma ki Kabe’yi gördüğümde duamı yapabileyim.” Kabe’yi ilk gördüğünde yapılan dua kabul olunduğunu sahih olmamakla birlikte duymuştum. İlerledim ilerledim… ve karşımda Kabe… “Allah’ım bütün Müslümanların ve benim günahlarımı affet. Bundan sonra yapacağımız hayırlı dualarımızı kabul et.” Duamı ettim. Kabe’ye bakıyordum. Aman Allah’ım. Hiç hayal ettiğim gibi değil. Ne kadar büyük ne kadar heybetli ne kadar çekici. Siyah bu kadar mı güzel olur. Her şeyi kendine nasıl çekebiliyor. Çok şükür Rabbim bana bu günleri yaşattığın için… Namaz sonrası mescit biraz tenhalaşmıştı. Alt kata indik. Ve tavafımıza niyet edip başladık kabeyi tavaf etmeye. Başımızda hocamız tekrarladıkça bizde yineliyorduk. Yedi kere döndükten sonra tavafımızı tamamladık. Ve Hz. İbrahim makamının arkasında namazımızı kıldıktan sonra Say yapmaya gidiyorduk ama ondan önce zemzem içtik. Hem de kana kana. Say, Hz. Hacer’in oğlu İsmail için su araması olayı. Dinimizin kadına verdiği değerin az olduğunu söyleyenler bu olaya bir baksınlar. Say yapmayanlar hacı olamıyor. Umreleri tamamlanmış olmuyor. Hz. Hacer bu noktada önemli bir örnek bence. Safa ve Merve tepeleri arasında Say yapmaya başladık. Yaklaşık 3 yüz metre gidip geliyorduk. İki yolun arasında tekerlikli sandalyeliler için yapılmış bölümler vardı. Ve orada işaretle bir alanda vardı. Orada erkekler hızlı adımlarla omuzlarını sallayarak yürüyorlardı. Bunun sebebi tam karşıda Ebu Cehil’in evinin olması. Şöyle ki; efendimiz savaş dönüşü ümmetine buradan geçerken heybetli yürümesini söylemişti. Ebu Cehil güçsüz görmesin diye. Şimdi sadece erkekler öyle yürüyordu. Ama bende kendime hakim olamıyordum. Sinirlenmiş miydim ne! Sonra yerini bir gülümseme aldı. Ebu Cehil’in o evi şimdi tuvalet olmuştu. Şu Arap Krallığının yaptığı en akıllı işlerden birisi olarak görüyorum. Say’ımızı bitirmiş bulunmaktaydık. Son olarak saçımızdan bir tutam kestirerek ihramdan çıktık. Yorgun olduğumuz için birkaç saat dinlenmek üzere otelimize geri döndük. Sabah namazında tekrar mescide geldik. Bu sefer etrafı izliyordum. Sabah namazı dükkanlarının önüne örtü çekip namaza koşan insanlar… Bu müthiş bir manzara. Uzun elbiseli adamlar yanlarında eşleri omuzlarında en az iki tane olan çocukları ile hızlı adımlarla mescide ilerliyorlar. Namazı kılıp tavafa başladık. Gün ağarmıştı bile. Tavafa birlikte başladığım kuzenim yanımda yoktu. Hatim ediyordum çünkü elimde kuranım varken etrafı izleyemiyordum. Bazen tavaf bitişleri Hz. İbrahim makamında namazda karşılıyorduk. Ama ayrı olmak hoşuma gitmiyor değildi hani. Rabbimle baş başa hissediyordum sanki. Kuzenim ilk günün heyecanı ile tembih etmişti başımda küçük yeşil bir havlu vardı. Güneşe karşı önlem olarak. Öğle saatlerine yaklaşmıştım ki. Kabe’nin duvarını boş bulmuştum. Koşup yüz sürdüm hemen. Doya doya kokladım içime çektim. O zaman anladım. Rüya değil bu bir gerçek. Buradayım geldim. Resimlerde çizdiğim o yerin dibindeyim. Yüz sürüyorum. Asla unutamayacağım mutlu bir andı bu. Doya doya kokluyordum ki, omuzumdaki el ile kendime geldim. Başımdaki yeşil havlu düşmüştü ve bir amca tebessümle onu bana uzatıyordu.
Günlerim tavaf ile geçiyordu. Medine Mekke’ye oranla daha güzeldi. Yani daha huzurlu. Daha sakin. Mekke’de biraz dünyalık var sanki. Dünya ile ilgili şeyler geliyor aklıma. Medine bir başka. Orası Müslümanların evi. Mekke’de hiç şüphesiz önemli olan bir başka yer Hira idi. Her şeyin başlangıcı olan yer Hira. Bu yüzden bir kızım olursa adını Hira koymak isterim. Her peygamberin bir hirası vardır. Köşeye çekilip her şeyden uzaklaştığı bir yeri. Hira benim için önemliydi ve orayı görmeliydim. Kafile bizi götürmemişti. Hocamızdan rica ettik ve on beş kişilik grup halinde sabahın erken saatlerinde Hira’ya tırmandık. Benim için yarım saat süren bu tırmanış tefekkürü de beraberinde getirdi. Doğal, el değmemiş yerlerden birisiydi Nur dağı. Ama yakında oraya da merdiven yaparlarsa şaşırmam. Tam tepeye gelmiştim. İşte Hira Mağarası. Tek bir kişinin sığabileceği bir yerdi. Çok kimse olmadığı için namazımı kılıp biraz oturmuştum. Efendimiz Mekke’de bunaldığında buraya çıkar. İbadet ile geçirirdi günlerini. Kayaların arasında, tam karşısında Kabe’yi izlerdi. Şimdi Kabe’yi yanındaki büyük binaları bulduktan sonra bulabiliyorduk maalesef. İslamiyetin başladığı yerdi burası. İlk emrin verildiği yer. Hira benim için önemli…
Mekke’de Arafat’ı, Mina’yı, Müzdelife’yi de ziyaret ettik. Hac için bir hazırlık olarak. Burada yaşananları bir günlük haline tutmuştum. Uzun dua listelerimi bitirmiştim ama ara ara çıkarıp yineliyordum. Kendim içinde sürekli yine gelebilmek için dua ediyordum. Hatmim dönüşe birkaç gün kala bitmişti. Bu vaktin tamamlandığının işaretiydi. Dönüyorduk. Veda tavafını yine tek yapmıştım. Ayrılıyordum ya senden öyle mi? Bir daha gelebilecek miydim? . Rabbim nasip et. Bu aşkı tüm Müslümanlara nasip et çünkü burası Müslümanlara özel bir yer. On beş günlük bu yolculuk birkaç sayfada özetlenecek gibi değil. Hep derlerdi ya, anlatılacak bir yer değil. Yaşanıp, tecrübe edilecek bir yerdi.
Her yere gidip geldikten sonra Medine’ye dönecekmişim gibi bir his vardı içimde. Hani orası benim evim ya. Başka bir yere gitmeyeceğimi düşünüyordum. Ama otobüsümüz Medine levhası yerine Cidde levhasının altından ilerledi. Bu demek oluyordu İstanbul’a dönüyorum. Bir daha ne zaman çağırırsın beni evine?