24 Aralık 2011 Cumartesi

22 Aralık 2003

Bu sabah, üşüdüm. Gömleğimi delip tenime hınzırca dokundu soğuk. O sabah da üşümüştüm, yatağımdan kalktığımda. Çişimi yapıp tekrar gömmüştüm başımı yastığa. Hayal kırıklarını, çaresizliği, acıya bulanmamış o taze çocukluğun içine lök diye oturan hakikatin derinliğini, geceden kalma eksik kalmışlığın burukluğunu o yastığa kustum. Ağlamıştım…
Neydi saklamaya çalıştığınız, üstünü örtmek istediğiniz? Her şey tam da burnumun dibindeydi işte. Hiçbir ifadesi olmayan donuk suratlar –bir ifade vardı hayır; bir de sana bu vaziyeti açıklayacağız değil mi küçük kız diyen göz kapakları ağırlaşmış bakışlar-hissetmeyin öyle… Hem anlıyorum ben dimdik ayakta duran o gerçeğin suratıma nasıl baktığını. O umarsız karmaşanın içinde özenle cam kenarına yerleştirilen yatak yok olmuş bir kere. Bir şey gitmiş, ‘biri’ gitmiş.
Arkamdan sinsice bir oyun çevrilmiş gibi, hakkımdaki en önemli gerçek benden saklanmış gibi, dünyadaki en büyük haksızlığa uğramışım gibi. En! En! En! O bakışımı üstünüze dikip çaresizliğimin elinden tutarak yatağıma dönüşüm…  Mıh gibi aklımda.
Bir salâ… İlk kez sadece bana okunuyordu. İçime, yüreğimin en derinlerine. Bir salâ ilk kez gelmiş geçmiş en büyük hakikati, ‘son’u değil bir başlangıcı, ağır ağır, ince ince okudu, üfledi içime. ‘sonra’lar geldi sonra. Bir musalla taşı, insana nefesi gibi hem bu kadar yakın, hem de çekindiğin korktuğun biri ordaymış gibi bu kadar uzak nasıl gelebilir. Bütün tanımlar çıkmıştı aklımdan. Neydi bu kalabalık? İnsanlar neye kime ağlıyordu? O kadın neden yüzyılın sırrı ondaymış gibi bakıyor? Şu adam, erkekler ağlamaz diye mi gözyaşlarını kirpiklerinde tutuyor? Ya şu çocuk? Neden ne aradığını bilmiyormuş gibi etrafına bakınıyor? Bütün cevaplar kanatlanıp uçmuştu zihnimden, kalbimden… Ağlama nöbeti yokluyordu titreyen bedenimi sıklıkla, o kadar…
Sonra bir arabaya bindirildim. Arka koltukta ortada oturuyordum. İyice yerleşmişti yanımdakiler bana doğru. Bir haykırsam sanki hemen acılarımın duvarını yıkacaklarmış gibi. Ağlama yavrum diye başlayan cümleleri başımdan aşağı dökeceklermiş, bayılsam anında müdahale edeceklermiş gibi yapışmışlardı iyice. Benim yoldaydı gözlerim. Gözlerim de yoldaydı, hatıralarım da… İste şurası! Elinden sıkıca tutup güneşin batışını seyretmeye doğru yürürken durup birbirimize baktığımız yer. Üstünde çok sevdiğin fermuarlı kazağın, benimse üstümde çok sevdiğim o tatlı sert bakışın.
Kapısından girerken hiçbir duygu belirtisi yaşamadığım o büyükçe alana sonunda gelmiştik. Can sıkıcı, rahatsız edici bir sessizlik vardı burada. Yağmur yoktu ama hava bulutluydu. Hüzünlü bir beyazlık çökmüştü herkesin üstüne. Soluktu yüzler. Sanki hepsi neşelerini, sevinçlerini evde bırakıp kapıyı üzerlerine kilitlemişti. Sadece bir kişi tebessüm ediyordu. Sadece ‘biri’.
İnişli çıkışlıydı buranın yolları. Biz bir yokuşun başında durduk. Sola doğru giden yolu takip ettik. Biz kimdik? Bilmiyorum… Tek bildiğim, acele acele uzaklaşan kalabalığın arkasından giderken bana kalan ‘yalnızlığın’ olduğum yere çökme hissini içimdeki boşluğa acımasızca düşürmesiydi.
Siyah giysili adamlar vardı hep. Bir de gözüme belli belirsiz ilişen, gözyaşlarını-sanki bir ayıbı örter gibi-eliyle ağzını kapatarak gizlemeye çalışan kadınlar. Hayat dolu bir filmin en hazin sahnesiydi sanki. Belli aralıklarla yaşamın son çukuruna büyük bir vakarla atılan topraklar…
Ama öncesi vardı. Öncesi…
Duyduğum en sessiz uğultuydu bu. Etrafımda kim vardı, bilmiyorum. Neden sonra çok önemli bir şeyi hatırlamış gibi yüzüme baktı o siyah adamlar. Biri hızlıca çukurun başına getirdi beni.
Allah’ım!
Bütün o siyah adamların ortasından bembeyaz bir ışıktı yüzüme vuran. Bir ’yüz’ bu kadar nurani bu kadar tasasız nasıl olabilirdi? Zihnimin, kalbimin, bakışlarımın orta yerine düştü o tebessüm. Ben hiç böyle temiz, böyle berrak böyle arınmış bir gülümseme görmemiştim o güne kadar. Sadece üç saniye sürmüştü. Üç saniyeye ne çok şey sığmıştı. Sonra alakasız bir adamın kollarında en derin en sesli ağlayışımla baş başa bulmuştum kendimi.
Son görev. Sevmemiştim bu tabiri. Soğuktu. Soğuk ve acımasız. İşte şimdi herkes bu görevin bilinciyle son-suzluğu kürekliyordu…
Elim kolum bacağım… Ocağım. Hepsini yitirmiştim. Bütün duygularım boşlukta sallanırken son bir kez baktım arkama. Gittikçe yapışmıştı yakama yalnızlık.. Yağmur yoktu ama hava bulutluydu. Üşüdüm.
İnce giymiştim ölümü.

                                                                                                                                            Aralık 2011
                                                                                                                                             Esra Karaca

23 Aralık 2011 Cuma

Yola koyulmalı

Anneme sorsam, teknolojinin hayatın her devresine hakim olması ve kanser gibi hastalıkların sıklaşmasına bakarak " kizum, ahir zamandayuk" der.


Her bir acıyla yer etmiş yüzdeki çizgiler elbette derin izler taşır altında. Bunları inkar etmeye lüzum görmüyorum. Zaten acı tatlı anıların hazinemiz olduğundan bahsetmiştim önceden. Önemli olan bizim yaşattığımız anımız hangisi?

Şöyle bir gözleme başladığımda  insanların, insan arayışında olduğu ilişiyor bakışlarıma. Herkes kendinden bir tane arıyor. Kendi acılarını yaşamış, kendi geçtiği yollardan geçmiş, kendine güvendiği gibi güvenebilecek, her şeyini anlatabilecek...

Çok ütopik geliyor insana. Bir ben daha(!) Kolay mı?...
Peki neden bu kadar fazla acı ve bunu diri tutma amacı? Bütün slow şarkıları hafızaya alma çabası. Bir psikologdan randevu alma sırası, bir kahraman bekleme umudu.

Umut.. Elbette önemli hayata tutunmak için. Zamanın sorunlarından birisi de bu sanırım. Benim bunu çözecek gücüm ve bilgim yok ama düşüncem şu ki; bu kadar uçta yaşamamak gerek. Bir başkasını da beklememek. Kalkıp yola koyulmalı bence. Birçok şey biliyor olabiliriz. Ama en iyi bildiğimiz şey ne ise oradan başlamalı işe. Yanınıza bir refik gelir Allah'ın izniyle.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Bir yer...

Boğazınızdaki o kocaman düğümün çözülmesi için;

Bir dostun omuzu,
Bir ağacın gölgesi,
Bir kalabalığın ortası,
Bir İstanbul'un göbeği,
Bir oyuncakçı dükkanı,
Bir balıkçı kayığı,
Bir otobüs yolculuğu,
Bir şarkının esintisi,
Bir deniz kenarı,
Bir yol ayrımı,
Bir ayetin sıcaklığı,
Bir seccadenin başı,

Muhakkak birisi ya da birkaçı yaranıza dermandır. Bütün yolları deneyin. "Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır."

1 Kasım 2011 Salı

Neredeydik... Birleşik Arap Emirlikleri'nde...


Birleşik Arap Emirlikleri’ni hepimiz zengin ve lüks ülke olarak biliriz. Evet öyle de. Ama ülke bu zamana kolay gelmedi; ilk zamanlar yardıma muhtaç bir haldeydi. Uzun bir süre İngiliz sömürgesinde kaldı. 1971 yılında İngiliz sömürgesinden kurtularak bağımsızlığını ilan eden ülkenin kurucusu Şeyh Zayed bin Sultan Al Nahyan 'dır. 1971-2004  yılları arasında iktidarda kalmıştır. Şuanda ülkeyi oğlu yönetmektedir. Şeyh Zayed'in emirlik halkının yaşamlarında yeri oldukça büyük. İngiliz sömürgesi ile geri kalan ülkeyi yeniden hayata döndürmüş, ülkenin bugün ki refahı onun sayesinde olmuştur. Petrolün bulunması, sanayinin önünün  açılması, eğitim, sağlık ... Kısacası bir ülkeyi yeniden kurmuştur. Ülkenin her yerinde onun resimlerini görmek mümkün. Altında sevgi ve rahmet cümleleri ile. Emirlik halkı sevgilerinin bir başka göstergesi olarak Şeyh Zayed Cami’sini inşa ettiler. Birleşik Arap Emirlikleri'nde beni en çok etkileyen yapı kuşkusuz bu cami oldu. 40 bin kişinin aynı anda namaz kılabileceği dünyanın en büyük 3. camisi. Mimarisi mükemmel. Geniş bir alan üzerine inşa edilen caminin bahçesi büyük havuzlardan ve ağaçlardan oluşuyor. Avlusunda sıralanan kolonların ahenkli duruşu çok etkileyici. Uzun kapıları, oymalı mermerleri ile insanı büyülüyor. Caminin minber kısmındaki duvarı Esma-ul Hüsna ile süslenmesi görülmeye değer başka bir özelliği.

  BAE'nin bilinen bir diğer özelliği ise mimarisidir hiç şüphesiz. Pisa Kulesini andıran yamuk binaları, dünyanın en büyük otelleri, palmiye adaları vs. Çölün ortasını bu hale getirmek kolay olmasa gerek. 7 emirlikten oluşan BAE'nin iki büyük emirliğini gezebildim. Dubai ve Abu Dhabi.

Yaşam olarak Dubai çok kalabalık... Gece sokaklar hareketli. Güvenlik sorununun pek yaşanmadığı bu ülkede kazaların da gerçekleşmediğini düşünüyorum. Gözlemlediğim kadarı ile şoförler oldukça dikkatli araçlarının başında. Çok fazla polis arabasına rastlamadım. Ayrıca bu ülkede otobüs ile yolculukta yok. Sadece işçileri ve turistleri taşıyan otobüsler var. Durakları bile klimalı. Dünyanın en yüksek binası olan Burj Khlaifa ve 7 yıldızlı otel Burj Al Arab bu şehirde.

            Dubai’de görülmesi gereken yerlerden birisi hiç kuşkusuz Palmiye Adası’dır. Metro ile gitmeyi tercih etmeniz daha iyi olur. Muhteşem manzara daha güzel gözüküyor. Heybetli otellerinin yanı sıra ünlü restoranlar da bulunuyor. Mavinin her tonunun bulunduğu eşsiz sahilleri de turistlere cazip gelen bir başka özellik. Yamaç paraşütü, helikopter ile Dubai semalarında dolaşmak, develer ile sahil turu;  gözlemlediğim diğer aktiviteler. Eğer sıcaktan çok bunalırsınız 22,500 m2 alan üzerinde kurulmuş Ski Dubai’ye giderek kayak, teleferik gibi birçok aktivite ile serinleyebilirsiniz.

Ülkenin başkenti olan Abu Dhabi’de, Dubai’ye nazaran daha sakin bir yaşam hakim. Yollarda ve evlerin bahçelerinde ışıkların diziliş şekli gece güzel bir görsellik sunuyor. Lüks otellerin bulunduğu bu ülkede, dünyanın en lüks oteli olan Emirates Palace Abu Dhabi’de. 850.000 m² alan üzerine inşa edilmiş olan otel, 302 oda ve 92 suit, yüzme havuzları, spa merkezleri, kendine ait marina ve helikopter merkezi, otele ait özel plaj vs. bünyesinde barındırıyor. Otelin içerisinde gezmek serbest. Ayrıca içeride ufak bir müze de mevcut. Ülkenin simgesi de olan Şahin için Abu Dhabi’de donanımlı bir Şahin hastanesi kurulmuş. Buradaki en büyük eğlence merkezi Ferrari World Abu Dhabi. Gerek turistlerin gerekse yerel halkın büyük ilgi gösterdiği Ferrari World oldukça eğlenceli ve bol seçenekli bir dünya.

Genel gözlemlerimden biraz bahsetmek gerekirse;
·           Çöl ikliminin mevcut olduğu ülkede dışarıda gezmek oldukça zordur. Evlerin salonlarında en az 4 adet klima bulunmakta. Yıl içerisinde ülkede en düşük sıcaklık kış aylarında 18-20 ͦ . Sıcaklığın düşük olduğu bu aylarda özellikle gece sahilde yürüyüşler ve açık mekanlar tercih ediliyor.

·         Eğitim dili Arapça ve İngilizce. Üniversite de dahil olmak üzere bayanlar ve erkeklerin okulları ayrı. Aileler çocuklarının eğitimine önem vermekte.

·        Emirlik vatandaşlarını Holdinglerinin dışında çalışırken görmek neredeyse imkansız. Yönetici olarak çalışan grup genellikle Avrupa ülkelerindendir. Filipinliler, Pakistanlılar ve Hintliler işçi olarak bu ülkede çalışmakta.

·          Eğer bu ülkede ev sahibi olma gibi bir hayaliniz varsa bu imkansızdır. Emirlik vatandaşları evlerini satmıyor. Yeni yeni Dubai’de satışlara başlandı ama fiyatları çok yüksek. Aylık yerine yıllık kira geliri yaygın. Emirlik halkı yüksek binalar yerine geniş bahçeli villalarda yaşamayı tercih ediyor.

·      Oldukça misafirperver bir halk karşılıyor sizi. Konuşmaya başladıktan sonra hemen yanınızda sessizce kurulan uzun yemek masasında kendinizi buluyorsunuz. Hemen her mekanda arap kahvesi size ikram ediliyor.

·      Ülkede oldukça fazla ve büyük alış veriş merkezleri bulunmaktadır. Dünyaca ünlü markaların, elektronik ürünlerin fazlaca yaygın olduğu bu ülkede ucuzluktan bahsetmek oldukça güç gözüküyor. Alış veriş merkezlerinde dikkatimi çeken bir başka özellik ise yardım kutuları. Hemen her katta, her köşe başında büyük yardım kutularını dolu bir şekilde görmek mümkün.

·          Ülkeyi ağaçlandırmaya çalışmışlar. Palmiyelerin yanı sıra birçok ağaç çeşidini ve gün boyu ağaçlarla uğraşan bahçıvanları görmeniz mümkün.

·         Türkiye’yi sadece dizileri değil politik ve tarihi olarak da iyi tanıyorlar.

Safariden yelkenliye, alış verişten eğlenceye, tarihten kültüre birçok güzelliği bulabileceğiniz ülke BAE Türkiye’ye 4 saat uzaklıkta. Gezi öncesi size yardımcı olabilecek bir yazı olması ümidiyle iyi yolculuklar….

Emirates Palace
                                                    
          
Dubai Sahilden...
                                                  
         
Burj Khalifa
         
Abu Dhabi Marina ve Panaroma
                                             
         
Şeyh Zayed Camii


          
Abu Dhabi - İstanbul

 
                                    

25 Eylül 2011 Pazar

Gidiyorum

Birkaç kelime geliyor aklıma. Unutmadan not düşeyim bu zamana.
Gidiyorum... Bu gidiş kısa süreli ama bir staj niteliğinde.
Uzun süreli olabilir mi sorusunun cevabını bulmak için.
Ülkemden uzak, sevdiklerimden uzak...

Aynı aya aynı geceye uyumayacağım,
Aynı güneşe aynı güne uyanmayacağım sizlerle.
Bilmem kaç km uzaklara gidiyorum...

Uzun söze hacet yok. Her peygamberin "Hira"sı var demiştim önceki yazılarımda.
Her peygamberin düşünmek için insanlardan uzaklaştığı bir yer. İnsanların da olmalı. Ben de bir hira buldum.
Oradan izleyeceğim hayatımın 24 yılını.

Dualarınızı hissediyorum. Biliyorum. Ve daha fazlasını istiyorum. Uzakta olsam da dualarınız birleştirecek bizi.
Kul hakkından çok korkarım. Hakkınızı helal edin.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Biraz Sessizlik

Bir yudum sessizlik isteyerek kenara çekiliyorum...
Durmuyor ki uzuvlarım.
Her biri eşi ile çelişki halinde.
Bir ayağım geleceğe bir adım atarken diğeri geçmişe takılı kalmış.
Bir gözüm kapalıyken bile rahat durmaz. Geçmişi film şeridi halinde serer önüme, diğeri de arada açar gözünü süzer etrafı yeni bir şeyler arar gibi.
Kulaklarım... Biri eskiye ait sözleri hatırlatır, diğeri yeni sözlerin peşindedir.
Kalbim ve yüreğim tek. Başka eşi yok ama sesi o kadar çok ki.
Ne olurdu sanki ikisi de hep ayrı yönde olmasa. Farklı şeyleri söylemese, birbirlerine muhalefet olmasa.
Kızmıyorum onlara...
İçimde karışan onca duygunun içerisinden sıyrılarak sesleniyorum hepsine, herkese, her şeye;
Yoruldum...

28 Ağustos 2011 Pazar

bir ileri iki geri...

               Hayat umut ile korku arasında gidip gelmekle geçiyor. Bundan bir şikayetimiz yok aslında. Ya da öyle görünmeye çalışıyoruz. Çoğu şeyleri uygulayamadığımız halde, bizimle aynı durumda olan insanlara uygulaması için tavsiye ediyoruz. Ne çok biliyoruz!

              Sürekli sorguluyoruz... Sorgulamak iyidir ama bazen de acıtır seni. Bir yerden sonra kabullenmek gerekir. Yoksa çıkamazsın işin içinden. Bulunduğun durum her ne ise farkında olmadan çeker seni içine. Her cevabın getirdiği diğer soru ile daha da inersin aşağıya.Ömrünü böyle heba edersin. Kaybolursun derinlikte.

             Bir kapı kapanırken, diğer kapı hatta kapılar açılır. Ama hangisinden gireceğini de bilemez insan. Yine bocalarsın. İstişare, istiare derken girersin bir kapıdan. Ama aklında diğer kapı varsa yandın. Arkana baka baka yürürsün ve malum sonuç yüzüstü yapışırsın yere. Öyle baktıkların gelip kaldırmazsın seni. Düşmenin vermiş olduğu acı geçince kendin kalkarsın yerden.

             "Ne diyor bu?"
Bir ileri iki geri gidersen daha çok kaybedersin!diyorum naçizane.

14 Ağustos 2011 Pazar

Komşun Tok Mu?

Nerede o eski ramazanlar diyemeyeceğim. Çünkü kendimi bildim bileli ramazanlarım böyle.

Ramazan nedir diye sorsak ve bunu tek kelime ile açıklamak istesek, muhtemelen cevaplar şöyle olur;
Merhamet, rahmet, şefkat, yardımlaşma, misafir, huzur, ibadet, ziyaret...
Kurulan uzun sofralar, dumanı üstünde tüten pideler, yemekten sonra misafirlerle kılınan teravih namazları...
Sanki bir şey eksik değil mi? Kelimeler havada kalıyor sanki, içini dolduramıyoruz. Ramazan diyoruz, şefkat diyoruz, merhamet diyoruz, komşumuz açken tok yatamayız diyoruz. Ama Afrika aç, Somali aç, komşun aç ve dünya uyuyor...
Yine çok şükür başta Türkiye olmak üzere insanlık; insanlığın, merhametin ölmediğini gösterdi.
Çok şanlı hissediyorum kendimizi... Şans... Belki göreceli ama, ülke olarak, insanlık olarak bir ibret alınmalı şu yaşananlardan... Ve şükretmeli, şükretmeli bugün ki halimize. Annemin ettiği duayı ülkemize uyarlarsak "Allah elden ayaktan düşürüp muhtaç etmesin"
Bu Ramazan Ayı'nın yüzü suyu hürmetine Rabbim yüreğimize merhamet tohumları serpsin, merhametli insanlarla karşılaştırsın, dost edindirsin, eş edindirsin.. Merhamet varsa gerisi gelir...
Komşunu yokla... Yetimini gözet... Emanetine sahip çık... Cennet kolay sen istersen...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Leyla Köşesi

"Bir de bakalım Leyla köşesinden
Aşkın kadın adlı penceresinden
Bırakmıştı kendini yazılmış olana
Susmak ve konuşmamak denen cana
Evlenmişti ve görünüşte mutlu
Şimdiden memnun ve gelecekten umutlu
Fakat bir eksiklik ufacık bir nokta
Kalbi kurcalıyordu hala
Mecnun ne olmuştu neredeydi
Nasıldı ne yapıyordu hali neydi
Geceleri loş gölgeler arasında
Kum tepelerinde ay yarasında
Mecnuna benzeyen hayaller olurdu
Bu anlarda sanki kalbi dururdu
Bitmiş olan bir daha mı başlayacak
Ne çare başlayan başlamamış
Bitmiş bitmemiş olacak
Gibi gelirdi Ona
Ürküntü geçmiş ama erememişti huzura
Karanlık bitmiş fakat erememişti huzura
Ay tutulmuş tutulmuş kurtulmuştu
Gönlü zaman zaman tutmuştu muştu
Gün kırmıştı siyah çerçevesini
Yarmıştı ışıkta ötesini berisini
Baskın korkusuyla ürperen çadırların
Bugün düzen ve güven, ama yarın!!
Yarına bir güvence olmayan
Neye yarar böyle bir şimdiki zaman
Acıyla da olsa dopdolu olan hayat
Boşalmıştı zembereği boşalmış bir saat
Gibi. Dönmüştü bomboş bir kağıda
Ağızdaki tad benzemiyor eski tada
Irmak kurumuş rüzgar esmiyor
Yakıcı güneşi bir parçacık bulut örtmüyor
Arzu ve korku iki karanlık duygu
Yüreğinde birbirini kovalayıp duruyordu
Ya bir gün geri dönerse Mecnun
Yine altüst olursa ortalık bütün
Daha mı iyi olur daha mı kötü bilmiyordu
Bir umut vardı gönlünde eksilmiyordu
Sonra kızıyordu kendine kınıyordu kendini
Kapamak istiyordu içinde eskinin kepengini
Eski oldu diyelim ama neydi yeni
Ve nasıl eskitmeli eskimiyeni
Nasıl öldürmeli ölmeyeni
Nasıl diri sayarsın ölü olanı
Eski bir zehirdi belki ama yeni
Andırıyordu tatsız tuzsuz bir yemeği
Beklemek neyi beklediğini bilmeden
Gün günü ay ayı kovalarken
Beklemek bir vaktin doluşunu
Öç alan kaderin zalim oyunu
Her şey akılla kurulu akılla düzgün
Ama aklın içinde olamalı baharat gibi
Bir parça delilik
Oysa mecnun almış bütün deliliği gitmiş
Kupkuru bir hayat kalmış ve adeta oyun bitmiş
Arzulanan zenginlik, at kumaş ve ziyafet
Yetmez olur insana bir gün elbet
İnsan hep birşey umar bekler
Ne olduğunu bilmez fakat
Fakat sonradan duruldu Leyla
Tevekkülle huzuru buldu Leyla
Ruhta kopan fırtınalar dindi
Gökten gönle sükunet indi
Anladı ki acı tatlı soğuk sıcak
Geçmiş ve gelecek ayrılmak ve kavuşmak
Hep aynı varoluşun dönüşümleri
Aydınlanışları ve sönüşümleri
Her şey havada döner durur
Sonunda Tanrı varlığında yok olur
Ruh hürdür vücut esir
Ruh baldır beden zehir
Ruh hürdür Tanrı aşkıyla
Bağlı değil yer ve zaman kaydıyla
Farketmez gelse gelmese Kays (Mecnun) Ona
Gitse gitmese Ona Leyla
Tanrı katında buluşmuşlardır
Hakikat yurduna kavuşmuşlardır."


Sezai Karakoç

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Yeni Yaş ve Ramazan

             "Yirmi dört yaşına basmış olmanın anlamı nedir insan hayatında? "Heniz çok gençsin yaşamına bak" mıdır? "Artık yetişkin bir insan oldun yaşamına çeki düzen ver" midir? "Bu yaşlar insanın en güzel çağları" mıdır? "En güzel çağlar sona erdi" midir? "Ah ben şimdi o yaşta olacaktım" mıdır? Her neyse işte o yaştayım." T.Tufan (Kitabındaki yaş farklıydı ama :) )
              Kredi kartı, üye olunan dernekler ve sitelerin kutlamaları ile bir haftadır bugünü hatırlatıyorlar bana.
              Yeni bir yaşın bana vermiş olduğu duyguların, kelime karşılığı yok henüz haznemde. Her yaşın ayrı güzelliği var belki de ama bu güzelliği kavrayabilecek bir ruh da yok bende. Geldik gidiyoruz havasına girmişim çoktan. "İçimi geçmiş bunun!" Bilmem.. Belki de.
              Bir hazırlık içerisinde değilim. Geçmişin yaşattıkları, geleceğin getirecekleri arasında sıkışıp kalmış bir haldeyim. İmtihanlara girip çıkıyorum. Uzatmalar, ek süre isteme durumlarım da var. Çok başarılı olduğum söylenemez. Hazırlıksız yakalanıyorum.
            "Allah'ım. Senin rızan için oruç tutmaya niyet ettim.Onu bana kolay kıl ve benden kabul eyle.."

            Bu zorlu günlerin içerisinde Rabbim ramazan ile karşılaştırdı bizi. Bir çıkış belki de bu. Ramazanımız mübarek olsun. Hakkıyla geçirebileceğimiz bir ramazan ayı yaşarız ve bayrama ulaşırız inşallah.
Boş bırakılan ellerimizi Rabbimin tutup bırakmaması dileğiyle...

Not: Doğum günümün ramazan ayının başlangıcına denk gelmesi ile mübarek birisi olduğumu düşünenlere... Ben kurban bayramında doğmuştum. :)

25 Temmuz 2011 Pazartesi

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Tevekkül mü? İsyan mı?

Yaşam boyu sınavlara tabi tutuluruz yaratan tarafından. Bazen hazırlıksız yakalanırız ve bocalarız. Çok ince bir çizgide git gel yaşarız. Bir ucu tevekkül, bir ucu isyan.
Tevekkül ederken yalnızsınızdır. Bu zamana kadar olan birikimlerinizi kullanırsınız.
Ama bazen, belki de çoğu zaman bizi yalnız bırakmayan bir ses vardır.
" Ya bırak allasen, bu zamana kadar tevekkül ettin de ne oldu? Bak yine bir musibetle baş başasın." gibi...
Bu söylemlere, bir de bloğumdan seslenmek istiyorum:
"Ya hu sen ne melun bir şeytansın, defol git içimden."

Hac'dan dönen bir büyüğümüze Haccı sormuştum.
Şu ifadesi dikkatimi çekmişti.
"Şeytanı taşladıktan sonra, 100 m gitmeden aklıma olmayacak bir şey geldi. Tam şeytani bir düşünce. Anladım ki şeytan içimizde ve sürekli taşlamamız gerekiyor."

Birgün İblis'e ithafen bir yazı yazacağım aklıma gelmezdi. Seni İblis seni :)

10 Temmuz 2011 Pazar

Vuslata Yolculuk

Ortaokul yıllarımdan itibaren tatillerimi Bursa’da geçirirdim. Bursa’da günlerim dolu dolu geçerdi. Ama Bursa’nın en sevdiğim tarafı akşamları Zekai Amca'nın bana anlattığı umre hatıralarıydı.  Geceleri rüyalarımı süsleyen o yer hem çok uzak hem de çok yakındı. İçimde her gün bir önceki günden daha büyük bir sevgi, bazen bir özlem, bazen de sanki bir acı hissi veren bu duyguların esiri olmuştum. Babamdan sözünü almıştım. Emekli olunca gidecektik birlikte. Ama bana kuzenlerim ile gitmek nasip oldu.
2008 nisan ayında kuzenimin telefonu beni yeni bir heyecana sürükledi. Her defasında bir adım kala döndüğüm bu yolda, bu sefer o adımı da atacağımızı söylüyordu. Mahrem sıkıntımız vardı. Ve şirketler mahremi olmayan 40 yaş altı bayanları prosedür gereği kabul etmiyorlardı. Ama telefondaki ses bu olayın çözümünü de anlattı. Bütün işlemler tamamdı. Temmuz ayında (üç ay başlangıcı ve Regaip kandilinde) 15 günlük umre seferimize tam anlamıyla hazırdık. Ama bu soruya verdiğimden cevaptan emin değildim aslında. Nasıl emin olabilirim ki? Ne yüzle gideceğim? Vuslat diyorum. Sevgiliye kavuşmak o da beni bekliyor mu? Dünyada yaşanan bunca kötülüklerin bir sebebi de biz değil miyiz? Biz Müslüman olarak geçinen insanlar. Bunların cevabı bende yokken ne yüzle çıkabilirim karşısına. Yıllardır hayalini kurduğum yeşil kubbeye çıplak gözlerimle nasıl bakacaktım. Ama bu bir davet diyordu bir ses içimden. Rabbin seni evine çağırdı.
Beyaz uzun elbiselerim, beyaz başörtülerim, beyaz terliklerim, bavulum… Medine yeşil olduğu için yeşil şalvarımı giymiştim, masumiyeti ve eşitliği simgelediğine inandığım beyaz başörtümü takmıştım. Umreye gitmeden önce uğramam gereken bir yer vardı. Benim gidişimi göremeyen birisi. Ona uğramadan nasıl gidebilirdim.
Havaalanına elimde bavulum ile girdim. Xray cihazından geçerken çantamda bir bomba varmışta gidemeyecekmişim gibi saçma da olsa aklıma gelen senaryolar vardı. Bu kadar çok istememin sebebi miydi bu bilemiyorum. Bizi uğurlamaya hiç beklemediğim insanlar geldi. Yüzümden neler okunuyordu bilmiyorum ama ben bir rüyanın başlangıcı olduğunu biliyordum. On beş gün sonra bitecek bir rüya. Annemin yüzündeki hüznü anlayabiliyordum. Bir eksiğimizin bu anı göremeyişi. Senelerdir bu aşk ile yandığımı bilen arkadaşlarımın gözleri ‘–beni de götür’ der gibiydi adeta. İnşallah…
Lacivert pasaportum elimde önümde diğer beyaz elbiseler ile sıradaydım. 23:55’te kalkacak uçağımıza doğru gidiyorduk. Evet gidiyorum. Geliyorum mu demeliyim?
Uçağın orta sıralarında bana ait olan koltuğuma oturup hemen kemerimi bağladım. Sağı solu gözlüyordum. Tam karşımda çarşaflı bir teyze elinde tespihi ile zikir halinde, köşede daha 3 yaşlarında kız çocuğu olan temiz yüzlü bir abla, kızının karnını doyurmaktaydı. Kuzenlerimin telaşı, birazda uçak korkusu onları uyumaya sevk etmişti. Ama ben uyumayacaktım. Bu anı o kadar çok bekledim ki bu üç saat geçmek bilmese bile bu anı çok özleyeceğimi bildiğim için uyuyamazdım. Uyumadım da.
Uçak havalanmaya başlamıştı. Uçaktan korkmadığımı da bu arada anlamış bulunmaktayım. Üç saat sürecek yolculuğumu salavatlar ile tamamlamayı planlıyordum ve öylede oldu. Medine semalarına süzülüp inen uçaktan inme sırası bendeydi. Kapıdan çıktığımda beni karşılayan o tatlı sıcaklığı asla unutmam. O sıcaklık benim öyle böyle bir yere gelmediğimin ilk belirtisiydi. Pasaport işlemlerinin uzamaması için dua eder vaziyetteydim. Eğer uzarsa kavuşmam o kadar geç olacaktı. Dua ettiğim gibi oldu. Kısa süren giriş işlemlerinden sonra üzerinde Arapça yazıları olan, yeşil otobüslere doluştuk. Ve yol almaya başladık. Dillerde dualar, ellerde tespihler, önceden her şeyi sorup öğrendiğim bu yerlerde bir şeyi kaçırmışım; havaalanının mescide bu kadar yakın olduğunun. O da ne işte Mescid-i Nebevi. Otobüste sesim biraz yükseldi ve ‘-İşte geldik! Evet. Geldik. Orası.’ Yükselen salavat seslerini şuanda bile hissedebiliyorum. Otelimiz mescide çok yakındı. Hemen İnip bavulları odalara yerleştirip mescide gitme telaşı sarmıştı hepimizi. O da ne! Ezan okunuyor. İşte beklediğim sahne. Köşeden gelen insan seli... Beyaz ve siyahın muhteşem uyumu…  Asla kıyaslanmaz beklide ama İstanbul’da olsa bir olay olduğunu sanır herkes. Aslında bir olay oldu. Ezan okundu.  Yaşlısı,genci, çocuğu herkes camiye akın akın koşuyor.  Afallamaya başladığım anlardı bunlar. Ben neredeyim? Gerçekten istediğim yere ulaştım mı?
Bavul telaşı geçte olsa bitmişti. Ama ilk namazımızı otelde kıldık. Vuslat için kafileyi beklemek istemiyordum. Kuzenlerimle konuştum. Bana uymalarını ve onlara yol göstereceğimi söyledim. Hızlı bir şekilde hazırlanıp mescidin yolunu tuttuk. Bu sokaklar, köşedeki eczane, kokusundan ne olduğunu tam anlayamadığım yiyecekleri olan bir lokanta, beyaz uzun elbiseli adamlar, birbirlerine benzeyen ama aynı olmayan onlarca insan koşuşturması… Hızlı adımlarla yürürken etrafı izlemeye devam ediyordum. İşte mescid-i nebevi. Ne kadarda büyük! Alabildiğine uzun mermerler, altın varaklı minareler, pırıl pırıldı her yer. Bayanların bir giriş kapısı olmalıydı. Önce onu bulmam gerektiğini anladım. Görünüşte yeşil kubbe yok henüz. Kadınların giriş kapısının tam karşısında olduğunu biliyordum. O zaman doğru yerdeyiz dedim ve ilerledik. Kapandığında Muhammed yazısının ortaya çıktığı büyük heybetli kapıdan klimanın yüzümde estirdiği rüzgarla giriş yaptık. Ayakkabılarımızı yanımızdaki çantalara doldurduk. Mescidin içerisindeyiz. Uzun ve sayamayacağım kadar çok kolonlar ve her kolonun altında yer alan kuran rafları, her yeri aynı desenle kaplı boydan boya halılar. Yakasında görevli kartı bulunan, yerlere kadar çarşafı olan, sadece gözlerini görebildiğim kadına doğru yaklaştım ve ona ziyaret saatinin ne zaman olduğunu yarım yamalak Arapçam ile sordum. Bana sarılışını ve gözlerinin gülüşünü unutmam mümkün değil. Benim nereli olduğumu, Arapçayı nereden öğrendiğim gibi soruları sordu ve ziyaret saatini söyledi. Medine diyince aklıma gelen bir başka şeyde ensardı. İşte bu olayda ensarın torunlarının yaşadığını hissettirdi bana.
Aldığım bilgiler ile ilerledik. Uzun zamandır beklediğim bir randevuya sanki geç kalmışım gibi mahcup, göreceğim manzara ile mutlu olacağım için heyecanlı bir hal içerisindeydim sanırım. İleride bekleyen bir kalabalık… Türkiye, İran, Endonezya gibi yazıların bulunduğu tabelalar. Bu demek oluyor ki guruplar halinde ziyarete giriliyor. Oturduk ve sırayı bekledik. Yanımdakilere yaklaştığımızı söylüyordum. Çünkü başımın üstünde açılan şemsiyeleri gördüm. Efendimizin yanındaydı bunlar. Resimlerden hatırlıyorum. Etrafı incelemeye başlamıştık ki o da ne ? Yeşil Kubbe mi o? Geldim mi yani? Burası mı? Kafamı secdeye koydum hemen. Olamaz dedim. Ben bu kadarını hak etmedim. Hazır değilim ya da. Rabbim rüya mı?  Geldim mi? Ne yani selam versem melekler olmadan efendimiz direkt selamımı alacak mı? Bu kadar yakın mıyım ona? Kafamı secdeden kaldırmıştım. Beynimin sol tarafının uyuştuğunu , başka bir alemde olduğumu hissediyordum. Türkiye yazısı ile birlikte oldukça kalabalık bir gurup halinde ziyarete girdik. Sol tarafta Hz. Fatıma validemizin odası vardı. Yanında efendimizin kabri. Ama yaklaşmak mümkün değil. “Benim minberim ile kabrim arasında namaz kılan, cennet bahçesinde namaz kılmış gibidir” hadisinde bahsedilen yerdeyim. Halıların rengi diğerlerinden farklı olması hemen dikkatimi çekti. Farklı olan yerlerde kılınıyordu namazlar. Bu bir çerçeve gibiydi. İki rekatlık namazımı biraz sarhoş bir şekilde kılmıştım. Arkamda bekleyen kalabalığı görünce, hakka girmemek için daha fazla kılmaya yeltenmedim. Biraz ilerleyip, tenha bir yere geldikten sonra dönüp baktım. İşte yeşil kubbe orada ve ben buradayım. Ve bu bir rüya değil. Yüzümdeki tebessümün farkına vardığımda sarhoşluğumda geçmişti. Buralar yabacı da değildi. Ben buraların çocuğum havasında ellerim cebimde zıplaya zıplaya yürümeyi geçirdim aklımdan.
İlk gün ve diğerleri Medine’de aynı heyecanla geçiyordu. Medine civarında bulunan kutsal yerlerin ziyaretlerinden sonra, tekrar mescide geri döneceğini bilmek ayrı bir huzur veriyordu insana. Medine… Münevver şehir…  Medine geceleri de bir başka oluyor. Mescidin ışıklı her yeri aydınlatıyor. Hele birde geceleri Yeşil Kubbe’nin karşına oturup onu izlemek yok mu? Dünya duruyor sanki. Herkes susuyor, ben konuşuyorum. Ümmetin çaresizliğini anlatıyorum. Özledim diyorum. Binlerce selam ediyorum. Orada kalmak istiyorum ama görevliler izin vermiyorlar gurup halinde ve uzun süre oturmalara. Gözlerimi kapatıyorum ve bu an hiç bitmesin istiyorum. Bütün gördüklerimi bir fotoğraf gibi aklıma çekmek istiyordum. Çok daraldığımda gözümü kapattığımda, karşımda yeşil kubbeyi görmek, üstüne oturduğum mermeri hissetmek istiyorum.
Pazartesi ve Perşembe günleri hariç diğer günleri, ayın kaçı olduğunu bilmiyordum. Gece gündüz oluyordu ama günleri merak etmiyordum. Her gün dönüşü hatırlamak istemiyordum. Burada geçireceğim vakitleri bir daha tekrarı olamayacak gibi geçirmek istiyordum. Medine de ziyaretler dışında günlerim mescide kaza namazı kılmak, başladığım hatimden okumak ve efendimizi ziyaret etmekle geçiyordu. Mescitte namaz aralarında bir sürü kişi ile konuşuyordum. Dikkatimi çeken en belirgin olay; burada kimse kimseyi renginden dolayı, kıyafetinden ötürü yadırgamıyor, farklı gözle bakmıyor. Birbirinden farklı insanlar bir arada tek bir şey var dillerinde. Tek bir amaç uğruna gelmişler. Hayatta çok istediğim şeyler belliydi. Babam sağ iken onun iyileşmesi, umreye gitmek, başörtümle okumak ve Ortadoğu’daki Müslüman kardeşlerimin refaha ermesi. Filistin’e, Gazze’ye  gitmeyi o kadar çok istiyordum ki. Ama umrede güzel bir şey daha oldu. Ziyaretten geldiğimiz gün akşam ezanı okunmuştu. Abdestimizi tazeleyip mescide koşarak gidiyorduk. Kapıda terliklerimi çıkarıp çantaya koyarken kafamı kaldırdığımda yakasında Filistin bayrağı olan bayrağı olan bir kadın. Dedim rabbim sen ne kadar büyüksün. Burada karşılaştırıp içime su serpiyorsun. O kadın ile namazdan sonra uzun uzun konuştuk. O sıra mescide kuşlar girmişti. Yerlerde bulunan kırıntılardan onlarda nasipleniyordu. Mescit tıpkı efendimizin zamanında anlatılanları hatırlattı bana. Onun evi gibi. Gelenler misafir değil. Kendi evlerinde gibi. Orada uyuyorlar, orada yemek yiyip ikram ediyorlar, orada namaz kılıp ibadet ediyorlar. Her şey rüya gibi. Ama Medine’de yedi günümüz bitiyordu. Mekke bizi bekliyordu. Beytullah bizi bekliyordu. Bir başka randevu için yollardaydık yine.
Pazartesi günü Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktık. Yolda ihrama girmek için mescide girdik. Namazımızı kılıp toplu olarak niyet ettik. Ve ihram yasakları başlamıştı. Otobüslerimize yerleşmiştik. Altı saat süren yolculuğumuz devam ediyordu. Camdan dışarıyı izliyordum. Her yer büyüklü küçüklü dağlardan oluşmuştu. Daha önce görmediğim dağlar, renkleri farklı ve sanki üstünde hep taşların olduğu değişik dağlar. Bugün klimalı otobüslerle gittiğimiz bu yollardan yıllar önce efendimiz arkadaşları ile deve üstünde hicret etmişti. Ben böyle bir önderin ümmetindeydim he. Çok şanslı olduğumu ve üstümdeki yükü hatırlayıp duamı tekrarladım: “Allah’ım beni sana layık bir kul, Habibine layık bir ümmet ve babama layık bir evlat eyle.”
                Bugün pazartesi olduğu için biz yine niyetliydik. Mekke’ye yaklaşıyorduk. Dillerde salavatlar, tekbirler ve lebbeykler. Mekke’ye geldik.  Odalarımıza yerleşip namazımızı kıldık. Ve hemen orucumuzu açıp randevumuza gitmek için sabırsızlanıyorduk. Başımıza hocamızı alıp yaklaşık on beş kişilik küçük bir gurupla mescidi harama yürümeye başladık. İşte o anlar. Dillerimizde “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk Lebbeyk la şerike leke lebbeyk İnnel hamde ve’n-ni’mete vel mülke leke la şerike lek (Buyur emret, ey varlığı mutlak lazım olan Allah’ım, emrine hazırım ve ilahi iradene itaat ederim Senin benzerin ve ortağın yoktur)” Mescid-i Haramın ışıklı aydınlatıyordu Mekke’yi. Hızlı adımlarla ilerledik ve Kabe’nin üst katında namaz kıldık. Ama daha Kabe ile karşılaşmadık. Nasıl kıldığımı hatırlamıyorum ilk namazı. Kabe sarhoşluğunu atamadım üstümden. Selam verdikten sonra Kabe’yi görmek için önlere doğru ilerliyordum. Giderken içimden dua ediyordum. “Rabbim aklımı başımdan alma ki Kabe’yi gördüğümde duamı yapabileyim.” Kabe’yi ilk gördüğünde yapılan dua kabul olunduğunu sahih olmamakla birlikte duymuştum. İlerledim ilerledim… ve karşımda Kabe… “Allah’ım bütün Müslümanların ve benim günahlarımı affet. Bundan sonra yapacağımız hayırlı dualarımızı kabul et.” Duamı ettim. Kabe’ye bakıyordum. Aman Allah’ım. Hiç hayal ettiğim gibi değil. Ne kadar büyük ne kadar heybetli ne kadar çekici. Siyah bu kadar mı güzel olur. Her şeyi kendine nasıl çekebiliyor. Çok şükür Rabbim bana bu günleri yaşattığın için…
            Namaz sonrası mescit biraz tenhalaşmıştı. Alt kata indik. Ve tavafımıza niyet edip başladık kabeyi tavaf etmeye. Başımızda hocamız tekrarladıkça bizde yineliyorduk. Yedi kere döndükten sonra tavafımızı tamamladık. Ve Hz. İbrahim makamının arkasında namazımızı kıldıktan sonra Say yapmaya gidiyorduk ama ondan önce zemzem içtik. Hem de kana kana. Say, Hz. Hacer’in oğlu İsmail için su araması olayı. Dinimizin kadına verdiği değerin az olduğunu söyleyenler bu olaya bir baksınlar. Say yapmayanlar hacı olamıyor. Umreleri tamamlanmış olmuyor. Hz. Hacer bu noktada önemli bir örnek bence. Safa ve Merve tepeleri arasında Say yapmaya başladık. Yaklaşık 3 yüz metre gidip geliyorduk. İki yolun arasında tekerlikli sandalyeliler için yapılmış bölümler vardı. Ve orada işaretle bir alanda vardı. Orada erkekler hızlı adımlarla omuzlarını sallayarak yürüyorlardı. Bunun sebebi tam karşıda Ebu Cehil’in evinin olması. Şöyle ki; efendimiz savaş dönüşü ümmetine buradan geçerken heybetli yürümesini söylemişti. Ebu Cehil güçsüz görmesin diye. Şimdi sadece erkekler öyle yürüyordu. Ama bende kendime hakim olamıyordum. Sinirlenmiş miydim ne! Sonra yerini bir gülümseme aldı. Ebu Cehil’in o evi şimdi tuvalet olmuştu. Şu Arap Krallığının yaptığı en akıllı işlerden birisi olarak görüyorum. Say’ımızı bitirmiş bulunmaktaydık. Son olarak saçımızdan bir tutam kestirerek ihramdan çıktık. Yorgun olduğumuz için birkaç saat dinlenmek üzere otelimize geri döndük. Sabah namazında tekrar mescide geldik. Bu sefer etrafı izliyordum. Sabah namazı dükkanlarının önüne örtü çekip namaza koşan insanlar… Bu müthiş bir manzara. Uzun elbiseli adamlar yanlarında eşleri omuzlarında en az iki tane olan çocukları ile hızlı adımlarla mescide ilerliyorlar. Namazı kılıp tavafa başladık. Gün ağarmıştı bile. Tavafa birlikte başladığım kuzenim yanımda yoktu. Hatim ediyordum çünkü elimde kuranım varken etrafı izleyemiyordum. Bazen tavaf bitişleri Hz. İbrahim makamında namazda karşılıyorduk. Ama ayrı olmak hoşuma gitmiyor değildi hani. Rabbimle baş başa hissediyordum sanki. Kuzenim ilk günün heyecanı ile tembih etmişti başımda küçük yeşil bir havlu vardı. Güneşe karşı önlem olarak. Öğle saatlerine yaklaşmıştım ki. Kabe’nin duvarını boş bulmuştum. Koşup yüz sürdüm hemen. Doya doya kokladım içime çektim. O zaman anladım. Rüya değil bu bir gerçek. Buradayım geldim. Resimlerde çizdiğim o yerin dibindeyim. Yüz sürüyorum. Asla unutamayacağım mutlu bir andı bu. Doya doya kokluyordum ki, omuzumdaki el ile kendime geldim. Başımdaki yeşil havlu düşmüştü ve bir amca tebessümle onu bana uzatıyordu.
            Günlerim tavaf ile geçiyordu. Medine Mekke’ye oranla daha güzeldi. Yani daha huzurlu. Daha sakin. Mekke’de biraz dünyalık var sanki. Dünya ile ilgili şeyler geliyor aklıma. Medine bir başka. Orası Müslümanların evi. Mekke’de hiç şüphesiz önemli olan bir başka yer Hira idi. Her şeyin başlangıcı olan yer Hira. Bu yüzden bir kızım olursa adını Hira koymak isterim. Her peygamberin bir hirası vardır. Köşeye çekilip her şeyden uzaklaştığı bir yeri. Hira benim için önemliydi ve orayı görmeliydim. Kafile bizi götürmemişti. Hocamızdan rica ettik ve on beş kişilik grup halinde sabahın erken saatlerinde Hira’ya tırmandık. Benim için yarım saat süren bu tırmanış tefekkürü de beraberinde getirdi. Doğal, el değmemiş yerlerden birisiydi Nur dağı. Ama yakında oraya da merdiven yaparlarsa şaşırmam. Tam tepeye gelmiştim. İşte Hira Mağarası. Tek bir kişinin sığabileceği bir yerdi. Çok kimse olmadığı için namazımı kılıp biraz oturmuştum. Efendimiz Mekke’de bunaldığında buraya çıkar. İbadet ile geçirirdi günlerini. Kayaların arasında, tam karşısında Kabe’yi izlerdi. Şimdi Kabe’yi yanındaki büyük binaları bulduktan sonra bulabiliyorduk maalesef. İslamiyetin başladığı yerdi burası. İlk emrin verildiği yer. Hira benim için önemli…
            Mekke’de Arafat’ı, Mina’yı, Müzdelife’yi de ziyaret ettik. Hac için bir hazırlık olarak. Burada yaşananları bir günlük haline tutmuştum. Uzun dua listelerimi bitirmiştim ama ara ara çıkarıp yineliyordum. Kendim içinde sürekli yine gelebilmek için dua ediyordum. Hatmim dönüşe birkaç gün kala bitmişti. Bu vaktin tamamlandığının işaretiydi. Dönüyorduk. Veda tavafını yine tek yapmıştım. Ayrılıyordum ya senden öyle mi? Bir daha gelebilecek miydim? . Rabbim nasip et. Bu aşkı tüm Müslümanlara nasip et çünkü burası Müslümanlara özel bir yer. On beş günlük bu yolculuk birkaç sayfada özetlenecek gibi değil. Hep derlerdi ya, anlatılacak bir yer değil. Yaşanıp, tecrübe edilecek bir yerdi.
            Her yere gidip geldikten sonra Medine’ye dönecekmişim gibi bir his vardı içimde. Hani orası benim evim ya. Başka bir yere gitmeyeceğimi düşünüyordum. Ama otobüsümüz Medine levhası yerine Cidde levhasının altından ilerledi. Bu demek oluyordu  İstanbul’a dönüyorum. Bir daha ne zaman çağırırsın beni evine?

                                                                                                                  

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Hayat kısa

Bir kitaba göz gezdirmek gibi bazen... Hani şöyle elimize alıp en hızlısından sayfaları çevirmek gibi. Bir diğer sayfaya geçmek için mecbur bir önceki sayfayı kapatmalıyız.
Size de oluyor mu bazen? Hani izlediğiniz bir filmin korkunç sahnelerini tekrar izlememek için "ya geçin burayı, bu sahne kötü" söylemleri.
Kitapların kapağındaki figür, bazen içindeki en can alıcı sayfadır. O sahneyi yakalayıp anlamak için birkaç kere üstünden gidip gelmek gerekir.
Ve bazen de, okuduğumuz sayfaları tekrar sorgulamamak gerekir. Acaba burada ne demişti yazar neyi kastetti dememek gerekir. Hele birkaç kere okuduğumuz yazarsa. Artık onun ne demek istediğini anlamamız gerekir. Açık bir kapı bıraktıysa oradan çıkmak gerekir. "Bu neydi şimdi! neden burada kestirip attı! ben hiçbir şey anlamadım!" Ama böyle bir şey yok. Bu kaçıncı kitap. Bu kaçıncı anlamsızlık. Anlaşamıyorsan yollarına ayır.
Bana böyle geliyor bu işler ;)

29 Haziran 2011 Çarşamba

birşey eksik..

Çatısız ev,
Rotasız kaptan,
Kitapsız ayraç,
Frensiz araba,
Anahtarsız kapı,
Oyuncaksız bebek,
Tuşsuz kumanda,
Camsız gözlük,
Tepesi delik şemsiye,
Çatlak bardak,
Telvesiz kahve,
İpsiz uçurtma,
Perdesiz cam,
Kağıtsız kalem,
...

26 Haziran 2011 Pazar

Mutlu bir günün ardından...


Dost'a selam...
Seversin, o da seni sever... Bilirsin işte mutlu son, evlenirsin...
Ama bizim için mutlu son böyle değildir.
Seversin, o da seni sever ve dua edersin
"Rabbim bizi sev, sev ki sana layık bir kul olalım, yalnız bu dünyada değil cennette de sevdiğimle birlikte olayım"...

19 Haziran 2011 Pazar

Bugüne dair bir not

            Eski ve dar koridorda abisi ile ilerlerken günlerden pazar olduğunu biliyorlardı ama telaşları başkaydı. Kafalarındaki soru işaretlerinin biraz olsun netleşmesi gerekiyordu derin bir nefes almaları için.
            Koridorun sonunda odanın kapısını tıklayıp, duydukları "gir" sesi ile giriş yaptılar. 4 kişilik odada, kapıya en yakın olan kişiye önce sarılıp sonra ellerinde onun için hazırlanmış poşetleri verdiler. Hastane kalan bir insan için hazırlanmış şeylerdi poşetin içindekiler. Göz ucuyla poşeti incelerken, içerisindeki yeni pijama dikkatini çekmişti ve odadakilere şöyle demişti;
"Çocuklarım babalar günü hediyesi almış bana, sağ olsunlar..."
Belki kendisi biliyordu son hediyesi olduğunu ama çocukları bilmiyordu. Herkesin babası, hayatının kahramanıdır belki de.
Bu da benim kahramanım... O adam benim Babam...

18 Mayıs 2011 Çarşamba

90'lardan bir gün

              Güneş yüzünü göstermeye, sıcaklığını hissettirmeye başladığında aklıma ilk gelen meyve erik olurdu hep. Yine öyle... Erik... Can eriği... Böyle tuza bandıra bandıra olanlardan hani. Çocukluk yıllarımın en zevkli zamanlarından biri de eriğe dalmak. Evet... Eriğe dalmak. Siz bilmiyor musunuz?
             Önce arkadaşlar ile toplanıyoruz. Mahallede belirlediğimiz, bahçesinde her türlü meyve olan ve eriği en tatlı olan amcamızın bahçesinden içeri usulca sokuluyoruz.Elbette sokağın başında her ihtimale karşı duran bir gözcümüz hali hazırda beklemekte. Tişörtümüzü ağzımıza alarak oluşturduğumuz torbamızın içine erikleri yaprakları ile birlikte doldurmaya başlıyoruz. Arada ağzımıza da atmıyor değiliz. Ve çok nadir olsa da dal kırdığımız zamanlarda var hani. Bu olay süre gelirken hevesimiz;
- "Eriğe dalan vaaaarrrrrr." sesleri ile bölünüyor.
Suni poşetimizin içinden eriklerin düşmemesi için gösterdiğimiz uğraş hala anılarımda. :) Bir ağacın dibinde soluklanıp kalan erikleri bitirene kadar yiyoruz. Karnımızın ağrısını hissediyoruz ama daha karanlık çökmedi ki. O yüzden eve gitmeye gerek yok. Nerede bizim misketler!

            Herkesin belirli çukur yerleri var zaten. Orada sıraya geçip misketlerimizi diziyoruz. Tabi ki en uğurlu bulduğum cicoz benim elimde onunla atacağım. Hoppp... Hepsi dağıldı. O da ne! Ezan okunuyor sanırım.
- Salihaaa!!!
- Tamam anne geliyorum.
Nasıl üttüm ama seni naber :)
Üttüğüm misketlerim ile eve dönebilirim artık..

17 Mayıs 2011 Salı

bir,iki,üç...

  • Ağzını sonuna kadar açıp onca insanın içerisinde kardeşini, arkadaşını rencide ettikten sonra,
  • O senin hakkındı aslında, git! al! hesap sor! bunu onun yanında bırakma! gibi dolduruşları yaptıktan sonra,
  • Onun bunu sözünü dinleyip sevdiğim insanlara haksızlık ettikten sonra,
  • Hırs ile azim arasındaki çizgiyi kaybettikten sonra,
  • Nasıl olduğumu değil, herkesin beni nasıl görmesini ön planda tuttuğumu anladıktan sonra,
  • Üç, beş kuruş fazla kazanmak için harama el uzattıktan sonra,
  • Bir onun bir de şunun tadına bakayım ne olur canım diye gaflete kapıldıktan sonra,
  • Her gece ölümü hatırlayıp sabah yeniden "ne olacak aman boşver" demenin ne büyük hata olduğunu anladıktan sonra,
  • Hak ve özgürlüğü sadece kendi için isteyenleri gördükten sonra,
  • Sevenleri sevdiğine vermedikten sonra :) ,
Şu üç günlük dünyanın ne kadar boş olduğunu tekrar diyesim geldi. Bir, iki,,,,, üç. Ve bitti.

15 Mayıs 2011 Pazar

Neredeydik... Cumalıkızık...

                 Uludağ eteklerinde yer alan 7 kızık köylerinden Cumalıkızık Köyü'nü duyanlarınız, ya da ziyaret edenleriniz vardır. Orhan Gazi'nin 7 oğluna kurduğu 7 Kızık köyü. Uludağ'ın kuzeyindeki dik etekler ile vadilerin arasında sıkışıp kalan yöre köylerine bu konumlarından dolayı ''kızık'' adı verilmiştir.
                Köyün bütün yolları arnavut kaldırımları ile kaplı. Dereden gelen su, karşılıklı evlerin arasında akmakta. Yazın çıplak ayak ile buz gibi suda gezmenin tadı bir başka. Birçok diziyede ev sahipliği yapan bu köyün evleri gerçekten çok güzel. Bursa evlerine hayran olan birisi olarak söylüyorum bunları. Halk misafirperver ve evlerini açabiliyorlar size. Zaten buradaki çoğu evin hanımları, evlerinin alt katını (genelde avlu olan) gözleme, şifalı otlar, marmelatlar vs. satışları için kullanıyorlar. Uludağ eteklerinde yer alan köyün havası, suyu çok temiz. Orada kalacağınız birkaç günde tavsiye edebileceğim en güzel şey yürüyüş olsa gerek. Bir de tamamen organik kahvaltı :)
               Kızık köylerinden dereye yakın olan köye "Derekızık" adı verilmiş. Geçtiğimiz yaz bir günümüzü bu köyü gezmeye ayırdık. Derenin yanına kurulmuş bir işletmede güzel bir kahvaltı yaptık. İşletmenin konukları için hazırlamış olduğu antika köşesi hala gözlerimin önünde. Çok çeşitli bir antika köşesi vardı. Bunun yanı sıra. Piknik yapılabilecek geniş bir alan, isteyenler için işletmenin sunduğu yemekler, oyun alanı, yürüyüş parkuru, derenin üzerine kurulmuş masalarda devam eden sohbetler.
Güneşin kendini hissettirmeye başladığı şu günlerde haftasonlarını değerlendirmek için güzel bir yer olduğunu düşündüğüm Cumalıkızık, tavsiyemdir sizlere. :)

1 Mayıs 2011 Pazar

Özlemişim :)

            Hepinizin bildiği üzere bloguma ambargo kondu(!) Hadi abartmayayım kurunun yanında yandım sadece. Blogum hala kapalı aslında. Şuan bu yazıyı okuyabilmenizin sebebi bilgisayarlarınızdaki bazı ayarların yapılmış olmasıdır. Yasak kalkmadı anlayacağınız. Sesim hala kısık, ama ben bağırmaya çalışıyorum; ben buradayım :)
            Önceden oturup yazı yazma gibi bir adetim bulunmamaktadır. Ne zaman bilgisayarın başına otururum, o zaman Allah ne verdiyse yazarım işte. 2 ay gibi uzun bir zamanda içimde bir şeyler birikti elbette. Fakat yazsam herkes okuyamayacak diyerek geri ittim duygularımı. E bugün baktım olacak gibi değil, dostlara arkadaşlara yeniden merhaba diyerek yasakçı zihniyete direnmeye karar verdim. Herkese yeniden merhaba!

Not: Bu yazının bugün ile bir alakası yoktur. Devrimci ruhum her gün yaşamaktadır. :)

27 Şubat 2011 Pazar

"27.02.2011"

Ey nazlı hilal!
Selman Urluca

Siz tanıyor musunuz?

Siz tanıyor musunuz?
Teselli olsun diye söylerler ya hep sevdikleri ile ayrılanlara.

Siz tanıyor musunuz?
Güven, sevgi, sadakatin bir arada bulunmasıymış.

Siz tanıyor musunuz?
Tam şimdi buldum diyorsunuz. Bir dönüp bakıyorsunuz. Yok o da değilmiş.

Siz tanıyor musunuz?
Doğru insandan bahsediyorum. Tanımıyor musunuz?

Tanıyorsanız eğer teselli ettiğiniz insanlara nasıl bir şey olduğunu da açıklayın bir zahmet.
Yok eğer tanımıyorsanız, boşuna teselli cümleleri sarf etmeyin. Çünkü karşınızdaki bunları duymayı beklemez sizden.
O sadece bedenen yanınızdadır. Ruhen başka bir diyarda. O diyardan buraya, yanınıza almanız gerekir.
Ve bunu "doğru insanı bulacağına eminim şekerim" diyerek yapamazsın. O da zaten doğru insanı bulduğunu düşünüyordu kendince. O yüzden bu durumda. O yüzden tedirgin, o yüzden korkuyor. O yüzden bir çare bakıyor yüzünüze.
Çıkmaz sokakta olanları başka bir çıkmaz sokağa sokmayın.
Ben teselli etmeyi bilmem. Beceremem. Yanında oturur dinlerim sadece.
Ama saçma geliyor bana bu doğru insan muhabbeti.
Onların gerçekten bir dost eline, teselliye ihtiyaçları var. Siz de öyle düşündüğünüz için yanında olmak istiyorsunuz belki ama ucu açık cümleler kurmayın. Net olun, gerçekten yanında olduğunuzu hissettirin.
Klişeleşmiş sözler bana çok uçuk geliyor. Havada duruyorlar.
Kime göre doğru?
Kime göre yanlış?
Ne yaparsa doğru?
Ne yaparsa yanlış?
Yok o doğru insanı bulacak eminim diye diretenlerdenseniz eğer;
Bana da bir açıklar mısınız?
Ben tanımıyorum. Siz tanıyor musunuz?
Kim bu doğru insan?

25 Şubat 2011 Cuma

Şems'in 40 kuralı

Gönlü geniş ve ruhu gezgin sufi meşreplilerin kırk kuralı:

1. kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.


2. kural: Hak yolunda ilerlemek yürek işidir,akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun,omzun üstünde ki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil !


3. kural: Kur’an dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonra ki batıni manadır. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.


4. kural: Kainattatki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.


5. kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
Bırak kendini, ko gitsin; akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

6. kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.


7. kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.


8. kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.


9. kural: Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.


10. kural: Ne yöne gidersen git, doğu,batı,kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.


11. kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.


12. kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.


13. kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.


14. kural:Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?


15. kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.


16. kural:Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde beklebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir , ne layıkıyla sevebilirsin.


17. kural: Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.


18. kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır


19. kural:Başkalarından saygı,ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.


20. kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.


21. kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi,hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek,kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.


22. kural: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdimi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.


23. kural : Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı , kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir , ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadırne tefritte. Sufi daima orta yerde…

24. kural : Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olduğunu hatırlayarak , buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

25. kural : Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an da burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

26. kural : Kainat yekvücud, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir.

27. kural : Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin herşey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

28. kural : Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

29. kural : Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle”deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin,ne de hayat karşısında çaresizsin.

30. kural : Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez kusur örter.

31. kural : Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bunda ki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise ,ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

32. kural : Aranızda ki perdeleri tek tek kaldır ki Allah’a saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama !

33. kural : Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

34. kural : Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.

35. kural : Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

36. kural : Hileden,desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan !

37. kural :Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı.

38. kural : Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,yazık !
Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

39. kural : Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.

40. kural : Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma!Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde..